orta asya türk kavimler göçü

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'ÜN SOYU
ÖZET
Her büyük liderin hayatında gördüğümüz gibi, Atatürk’ün biyografisinde de, bilgi ve
belge eksikliğinden kaynaklanan bazı tartışmalı konular bulunmaktadır. Türk bilim
hayatı, bugün bu konuların pek çoğunu belgelere dayalı olarak açıklığa
kavuşturmuştur. Fakat hala bazı konularda yanlışlıkların devam ettiği görülmektedir.
Bunda, Atatürk ile ilgili arşiv belgelerinin dikkate alınmamasının rolü olduğu kadar;
bazı maksatlı yayınların da etkisi vardır.
Bu çalışma ile, Atatürk’ün biyografisinin önemli bir bölümü, soyu ve ailesi, arşiv
belgelerine dayalı olarak daha düzgün, tartışmaya yer bırakmayacak bir şekilde
yazılmaya çalışılmıştır. Şüphesizdir ki, bu araştırmada da eksiklikler olacaktır..
Bunların zaman içinde yeni belgelerle tamamlanması tabiidir.

I. RUMELİ’NİN FETHİ VE TÜRKLEŞMESİ
Mustafa Kemal Atatürk, 1881 (Rumi 1296) yılında Selanik’te Koca Kasım Paşa
Mahallesi Islahhane Caddesi’nde bugün müze olan üç katlı bir evde dünyaya geldi.
Babası o sırada kereste ticareti yapan Ali Rıza Efendi, Annesi Zübeyde Hanım’dır.
Baba tarafından dedesi, ilkokul öğretmeni olan Kızıl Hafız Ahmet Efendi; anne
tarafından dedesi ise, Sofu-zade (Sofi-zade) Feyzullah Efendi’dir.
Mustafa Kemal’in hem baba, hem de anne tarafından soyu Rumeli’nin fethinden
sonra buraların Türkleştirilmesi için Anadolu’dan göçürülerek, iskan edilen “Yörük”
(Yürük) veya “Türkmenler”den gelmektedir. Bu nedenle, Atatürk’ün soyunun
araştırılabilmesi ve anlaşılabilmesi bakımından önce, Rumeli’nin Türkler tarafından
fethedilmesi ve Türkleşmesi konusunun ortaya konulması gerekmektedir. Çünkü,
hem bu fetih hareketinde, hem de fethedilen yerlerin Türkleştirilmesinde, tıpkı
Anadolu’da olduğu gibi devletin dayandığı esas unsur, aşağıda işaret edilecek çeşitli
sebeplerle Yörük, Yürük, Türkmen vb. değişik isimlerle anılan “konar-göçer” Türk
unsurları olmuştur.
Prof. Dr. Tayyib Gökbilgin’in ifadeleriyle; “Yürükler, Oruç Bey’in de sarih surette
bildirdiği gibi, Oğuzlardandır. Aşiret, taife, cemaat diye gösterilen, mesela, Türkmen
aşireti, Yürük taifesi veya hususi ismiyle bilfarz Oğulbeyli cemaatı olarak rastlanan
Türk göçebe halk grupları etnik bakımdan ayrı şeyler olmayıp tek menşeden çıkan ve
sonra tali gruplara ayrılarak veya muhtelif grupların birleşmesiyle yeni bir birlik
vücuda getiren aynı Türk halk parçalarıdır.” 1 “Tarihi kaynaklarımızda da bazen
Türkmen bazen yürük olarak rastlanan, seyahatnamelerde bu suretle zikredilen bu
Türk halkının menşei itibariyle katiyen Oğuzlardan bulunduğu XV. Asır
müverrihlerinden olup da imparatorluğun kuruluş devri hakkında en eski malumatı
verenlerden Oruç Bey’in bir münasebetle, (Bu Oğuz taifesi göç-güncü yürükler idi)
şeklindeki ifadesiyle de sabittir.” 2
Genel olarak, teorik ve analitik bakımdan Yörüklerle ilgili en ciddi çalışmalardan
birisini yapmış olan Prof. Dr. Mehmet Eröz’e göre “Yörük” sözü, “Yörümek fiilinden
yapılma, Anadolu’ya gelip yurt tutan göçebe Oğuz boylarını (Türkmenleri) ifade eden
bir kelimedir... Kelime sıfattır; aslı da (yüğrük) dür. Kelime sıfat halinde ileri, medeni,
bilgili, cins ve halis manalarına gelir... Yüğrük kelimesinin kabiliyetli, dirayetli, cesur
manalarına geldiğini biz de müşahede ettik... Bütün Yörükler, bu kelimenin (yörümek)
fiilinden müştak olduğunu söylediler. Bize göre (göç) kısmi hareketi, (yörümek)

umumi, bütün hayat boyunca yapıla gelen fiili gösteriyor... Yörük ve Türkmen aynı
manaya gelmekte, Anadolu’ya gelen göçebe Oğuz Türklerini ifade etmektedir. Bütün
vesikalar bu göçebelerin Orta Asya’dan geldiklerini göstermektedir...(Yörük)'le
(Türkmen)'in aynı etnik zümreye alem olan iki kelime olduğunu rahatça söyleyebiliriz.
Arşiv vesikalarında bu iki elime müteradif, eş anlamlı olarak kullanılıyor: Türkman-i
Halep, Yörükan-ı Halep...ilh.” 3
A. OSMANLI İSKAN SİYASETİ VE RUMELİ UYGULAMASI
Osmanlı İmparatorluğu, kuruluş, genişleme, duraklama ve gerileme devirlerinde
siyasi, iktisadi ve sosyal durumun değişmesine bağlı olarak, iskan politikasında da
farklı şekilde hareket etmiştir. Özellikle ilk devirlerde yeni toprakların elde edilmesiyle,
“konar-göçer” aşiretlerin bu yeni topraklara yerleştirilmesi şeklinde bir iskan politikası
takip ederken (dışa dönük bir iskan siyaseti); imparatorluğun dinamizmini ve etrafa
yayılma durumunu kaybetmesinden sonra, bir iç iskan unsuru olarak ortaya çıkan
“konar-göçerler”in ve çeşitli sebeplerle yerlerini terk eden ahalinin boş ve harap
sahalara iskan edilerek buraların ziraata açılması düşüncesi hakim olmuştur. Bunun
yanı sıra XVIII. Yüzyılın sonlarına doğru kaybedilen topraklardan kaçan ahalinin
iskanı meselesi de ayrı bir gaile olarak devleti meşgul etmiştir. Yerleşik ahaliyi
korumak maksadıyla göçebe gruplar üzerindeki devlet baskısı da konar-göçerlerin
kendiliğinden yerleşmelerini sağlamıştır. Şekavet hareketlerine karşı yolların
emniyetini sağlamak amacıyla, “derbent” tesisleri yeniden imar edilerek çevreleri bir
kasaba veya köy şeklinde bir iskan mahalli olarak kullanılmıştır. XIX. Yüzyıldan
itibaren ise, bir “derebeyi” şeklindeki aile grupları ve aşiretlerin iskanı meselesi için
çalışmalar yapılırken, diğer taraftan, artık tamamen “içe doğru” başlayan muhacir
akını ile meşgul olmak durumu ortaya çıkmıştır. Bunun için “muhacirin komisyonu”
kurulmuş, devlet bu yüzyıldan itibaren iskan politikasını daha sistemli olarak
yürütmüştür. 4
Osmanlı Devleti, bu genel “iskan siyaseti”ni şu “iskan metodları” ile yürütmüştür:
Kuruluş devrinde bir çok tarikata mensup idealist “derviş’in önderliğinde başlayan ilk
iskan hareketiyle birlikte, yeni alınmış yerlere ahali sürgün ederek, muhtelif yerlerde
vakıflar tesis ederek ve müstakil derbend tesisleri kurup buralara ahali yerleştirerek.
Bilindiği gibi, Rumeli’deki Türk varlığı Osmanlı Devleti öncesinde de söz konusu idi.
Bu çerçevede bütün Rumeli’de, mesela Makedonya’da Hunlar, Avarlar, Bulgarlar,
Oğuzlar, Kumanlar, Peçenekler ve Selçuklular gibi çeşitli Türk unsurlarının 378-1371
tarihleri arasında yerleşmiş olduklarını ve buralarda bunlarla ilgili hatıraların
bulunduğunu biliyoruz. 5 Osmanlı Devleti, 1356’da Gelibolu Yarımadası’ndaki Çimpe
Kalesi’nin alınmasından sonra Rumeli’de süratli bir şekilde yayılmış, aralıksız 1912
yılına kadar sürecek olan yaklaşık 550 yıllık Türk hakimiyeti sırasında Rumeli
Türkleşmiştir. Müslüman Anadolu Türklerinin Rumeli’ye gelişleri başlangıçta
“Kolonizatör Türk Dervişleri” 6 ile başlamış, söz konusu “dervişler” askeri fütuhattan
önce yerli halkın ve özellikle IX. Yüzyılda bölgeye gelip yerleşen Peçenek ve Kuman
Türklerinin gönüllerini kazanarak asıl fetih hareketinin zeminini oluşturmuşlardır.
Ordunun ardından veya onlarla birlikte hareket eden, bir nevi “psikolojik harp” veya
“istihbarat” unsuru olarak da değerlendirilebilecek olan tarikat mensubu bir çok
dervişin, ıssız yerlerde yolların geçtiği önemli mevkilere zaviyeler ve tekkeler inşa
etmesiyle ilk teşebbüsler başlamış, kurulan bu tekke ve zaviyeler ilk iskan nüvelerini
teşkil etmiştir. Rumeli’yi bu şekilde iskan eden “Sarı Saltuk” ile Bursa’nın fethinde rol
oynayan “Geyikli Baba” bunlara örnek olarak verilebilir. 7
Kuruluş devrinde, konar-göçer Türk aşiretleri yeni alınan yerlerin Türkleştirilmesinde
kullanılan en önemli unsurlar olmuşlardır. Savaşçı vasıfları, bir disiplin ve teşkilat
içinde olmaları onları daha da önemli hale getirmiştir. Nitekim, Rumeli fatihi Süleyman
Paşa zamanında “sürgün” metodu ile aşiretlerin Rumeli’ye “göçürülüp” “iskan

edilmeleri”ne başlanmıştır. I. Bayezid devrinde aşiretlerin Rumeli’nin Türkleştirilmesi
amacı ile daha büyük ölçüde Rumeli’ye nakledildikleri görülmektedir. Türk
topluluklarının Rumeli’ye nakledilmeleri sırasında, devlet tarafından kendilerine
zengin topraklar verilerek, bütün akrabalarıyla geçecek olanlara ise “yurtluk”, “toprak”,
“tımar” gibi imtiyazlar tanınarak muhaceret teşvik edilmiştir. Bu durum “fütuhat”ı teşvik
amacı taşıdığı kadar, fethedilen yerlerin Türkleştirilmesi ve memleketin
“şenlendirilmesi” yani ekonomik, sosyal bakımdan kalkındırılması amacını da
güdüyordu.
I. Bayezid devrine ait ilk iskan kaydı, 1400-1401 yıllarında “tuz yasağı”nı kabul
etmeyen Menemen Ovası’nda kışlayan aşiretlerden “Göçerevliler”e ait olup, Filibe
taraflarına sürülmüşlerdir. Oğlu Çelebi Mehmet zamanında ise, isyanları Yörgüç Paşa
tarafından bastırılan Tatarlar da, Dobruca havalisine yerleştirilmişlerdir. 1397’de
Mora’da Argos’un alınmasından sonra, buradan 30.000 kişi Anadolu’ya, Anadolu’dan
da Üsküp ve Teselya bölgelerine Türkmen ve Tatar aşiretleri nakledilmişlerdir.
Anadolu’dan Rumeli’ye aşiret göçürülmesi işi, II. Bayezid’in saltanatının sonuna
kadar devam etmiştir. 8
B. RUMELİ’YE YERLEŞEN YÖRÜK GRUPLARI
Osmanlı Devleti’nin Balkan Yarım Adası’ndaki ilerlemesi ve yayılmasına paralel
olarak, yörük gruplarının sayıları ve önemleri artmış ve daha sonra da bunları askeri
bir teşkilata bağlamak, kendilerine mahsus bir nizam ve kanun meydana getirmek
lüzumu ortaya çıkmıştır. Rumeli’ye peyderpey geçen çeşitli mıntıkalarda iskan edilen
yörük grupları, XV. Asır ortalarından itibaren askeri ve stratejik vazifelerde belli roller
almaya başlamış, içlerinden bu işleri başarabilecek şahıslar tespit edilmiş, tahrirleri
(yazımları-sayımları) yapılmış; bunların celpleri, mükellefiyetleri ve diğer hususları
belli kurallara bağlanmıştır. Böylece, XVI. asır ortasında artık ordu hizmetlerinde ve
devlet işlerinde yer ve vazife alan düzenli bir askeri sınıf meydana gelmiştir.
XVII. asırda Rumeli’deki bu yörük teşkilatları dağılmaya başlamış, yörük yazılanlar
azalmış, bunların önemli bir kısmı “konar-göçer”likten çıkarak yerleşik hayata
geçmişlerdir. Sefer zamanlarında kendilerine verilen görevler yerine getirilemez
olmuştur. İkinci Viyana Kuşatması ile başlayan uzun Avusturya savaşları sırasında bu
durum daha iyi görülmüştür. Bu nedenlerle, XVII. asrın sonları ile XVIII. asrın
başlarında, kısmen disiplin ve düzenleri bozulan bu gruplar yeniden
düzenlenmişlerdir. 1691 yılında Padişahın bir ‘‘hattı hümayunu” ile yörük grupları,
“Evlad-ı Fatihan” adı altında ve Rumeli’nin “sağ, sol ve orta kolu”nda olmak üzere
yeniden yazıldı. Böylece teşkilat hem adını, hem de zamanın ihtiyaçlarına göre askeri
ve ekonomik şekil ve bünyesini az çok değiştirdi. 9
Kaynakların verdiği bilgiler değerlendirildiği zaman görülmektedir ki, Rumeli’ye
yerleşen Türk grupları üç önemli isim altında toplanmaktadır: Konyarlar, Yörükler
(Yürükler) ve Tatarlar. Atatürk’ün anne tarafından soyunu ilgilendirdiği için aşağıda
haklarında ayrıntılı bilgi vereceğimiz ve kendileri de bir “yörük” grubu olmalarına
rağmen, Anadolu’dan geldikleri yerin (Konya-Karaman) ismiyle anılan “Konyarlar”
dahil bütün Yörükler, çeşitli tarihi, kültürel ve coğrafi nedenlerle isimler almışlardır.
Osmanlı Devleti’nin resmi kayıtlarında geçen ve adlarına “tahrirler” yapılan, Rumeli’ye
iskan edilen Yörükler şunlardır: “Naldöken Yörükleri, Tanrıdağı (Karagöz) Yörükleri,
Selanik Yörükleri, Ofçabolu Yörükleri, Vize Yörükleri ve Kocacık Yörükleri”.
Belgelere göre, Rumeli’deki Yörüklerin üç şekilde isim aldıkları görülmektedir: İlk
olarak başlarındaki reislerinin veya “beylerinin” adına, ikinci olarak herhangi bir farklı
veya mümeyyiz özelliklerine, nihayet üçüncü olarak da en çok bulundukları mahallin
adına göre. İsimlendirmede veya isim almada başlangıçta ilk şekil yaygın olmakla

birlikte, daha sonra bir merkez etrafında toplanmaları ve yarı yarıya yerleşik hayata
geçmeleri sonucunda üçüncü şekil yayılmıştır.
Mesela “Koca Hamza Yörükleri”, birinci şekilde isim alanlardandır. Atatürk’ün baba
soyunun geldiği “Kocacık Yörükleri” işte bu Koca Hamza Yörükleri’dir. “Naldöken
Yörükleri” ise ikinci şekil isim alan gruplardandır. Çünkü onlar, nal dökme sanatı ve
işinde temayüz etmişlerdi. Naldöken Yörüklerine XV. Yüzyılda “Yörükan-ı Nalbant
Doğan” da denilmekteydi. Aynı şekilde kayıtlarda “Yay Döken Yörükleri” de vardır.
Bunlar, Anadolu’da da aynı isimle anılıyorlardı. “Selanik” “Ofçabolu” ve “Vize”
Yörükleri ise yoğun olarak yaşadıkları merkezlerin isimleri ile anılmıştır ki, coğrafi bir
isimlendirmedir. Bu Yörük grupları içinde o bölgede yaşayan, Konyarlar, Kocacıklar
vb. gibi Yörük grupları da bulunmaktadır. 10

II. ATATÜRK’ÜN BABA SOYU: “KIZIL OĞUZ” YAHUT “KOCACIK” YÖRÜKLERİ
Mustafa Kemal Atatürk’ün baba soyu, Aydın/Söke’den gelerek Manastır Vilayeti’ne
yerleştiler. Ali Rıza Efendi Manastır Vilayeti’nin Debre-i Bala Sancağı’na bağlı
Kocacık’ta (muhtemelen 1839’da) dünyaya gelmiştir. Aile sonradan Selanik’e giderek
yerleşmiştir. Dedesi Ahmet ve dedesinin kardeşi Hafız Mehmet’in taşıdığı “kızıl”
lakabı ve yerleştikleri nahiyenin adı olan “Kocacık’“ın da gösterdiği üzere; Mustafa
Kemal’in baba tarafından soyu Anadolu’nun da Türkleşmesinde önemli roller
oynayan “Kızıl-Oğuz yahut “Kocacık Yörükleri, Türkmenleri” nden gelmektedir.
Atatürk’ün babasının soyu ile ilgili bilinenleri ortaya koymadan önce tarihi devamlılığı
gösterebilmek için, Kızıl Oğuzlar ve Kocacıklar ile ilgili belgelere dayalı bilgilerin
bilinmesi ve ailenin serüvenini bu temel üzerine oturtulması gerekmektedir. Böylece,
Rumeli’nin Türkleşmesi ve Rumeli’nin Osmanlı Devleti dönemindeki teşkilatlanması
içinde mesele daha iyi anlaşılmış olacaktır. 11
A. KIZIL OĞUZLAR YAHUT KOCACIKLAR HAKKINDA İLK BİLGİLER VE
ANADOLU’DAKİ VARLIKLARI
Kızıl Oğuzlar’ı veya Kızıl Oğuz Türkmenleri’ni, “Kızılkocalılar” olarak ifade ederek,
Kocacık Yörükleri veya Türkmenleri ile aynı “Yörük grubu” olarak ele alan Hüseyin
Şekercioğlu, bunların “Oğuzların Kızıl Oğuz boyundan olduğu” düşüncesindedir.”
1041 yılı civarında Hazar Denizi’nin güneyinde ve güneybatı bölgesinde Tahran,
Kazvin, Rest, Zencan ve Tebriz bölgelerinde oturan, “Kızıl Özen” veya “Kızıl Ören”
Irmağı bölgesinde yaşayan ve İldeniz hükümdarlarından Arslan Şah’ın oğlu “Kızıl
Bey”in oymakları oldukları için bu Türkmenlere “Kızıl Oğuz Türkleri” adı verilmiştir. 12
Bunları, X. Yüzyılın birinci yarısında müstakil ve kudretli bir devlet olan “Oğuz Yabgu
Devleti” içinde ve Büyük Selçuklu Devleti kurulmadan önce, Selçuk’un dört oğlundan
birisi olan Arslan Yabgu ile birlikte hareket ederken görüyoruz. Aynı zamanda Türkiye
Selçukluları Devleti’ni kuranların ataları da olan Arslan Yabgu. Gazneli Sultanı
Mahmud tarafından tutuklanarak hapsedilince (1025), bu bölgeyi terk ederek
Horasan’a geçen ve Serahs, Ferave (bugün Kızıl Arvat, Kızıl Ribat) ve Abiverd’e
yerleşen 4000 çadırlık Oğuz kümesinin başında, Yağmur, Buka, Gök-Taş ve Kızıl
Beyler bulunuyordu. Kızıl Bey daha sonra Gazneli Mesud’un hükümdarlığı sırasında
onun hizmetine girdi. Humar-Taş Bey’in idaresinde bazı Türkmen grupları sonradan
Irak’a giderek yerleştiler. Horasan Balhan bölgesinde kalan gruplardan ayırmak için
bunlara “Irak Oğuzları” denildi. “Kızıllı Oğuzları”, Selçukluların 29 Haziran 1035’de
Gazneli ordusunu Nesa Savaşı’nda yenilgiye uğratmalarından sonra “Irak Oğuzları”
ile birlikte görüyoruz: Bu zaferden sonra, Selçuklulara çeşitli Oğuz oymakları katıldığı
halde, “Yağmurlu Oğuzları” ve “Balhan Türkmenleri” ile birlikte “Kızıllı Oğuzları”

katılmamış; bir süre İsfahan hakimi Alaü’d-devle’nin hizmetine girmişler, daha sonra
onlardan da ayrılarak soydaşları “Irak Oğuzları”na katılmışlardır.
Bir süre sonra bu Oğuzlar Rey’deki Oğuzlara katıldılar. Irak Oğuzları 5000 atlı
çıkarabiliyorlardı ve bu dönemde başlarında Kızıl, Gök-Taş, Buka, Giz Oğlu, Mansur,
Dana (?) ve Anası-Oğlu gibi beyler bulunuyordu. Bunlardan Kızıl ve Buka önce Rey’i,
sonra da Hemedan’ı ele geçireceklerdir.Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in kız kardeşi ile
evlendiğini bildiğimiz ve devletin kuruluşunda Selçuklulara büyük destek veren Kızıl
Bey, takriben devletin kuruluşundan sonra 1040 veya 1041’de ölmüş, Rey Şehri
civarında gömülmüştür. 13 Tuğrul Bey’e bağlı olan bu Kızıl Oğuz Türkmenleri,
başlarında Mansur, Gök-Taş, Buka Beyler olduğu halde Anadolu’ya yapılan akınlarda
aktif olarak rol aldılar. Sultan Alp Arslan ve Sultan Melikşah dönemlerinde Alp
Arslan’ın yeğeni Sadettin Bey’in emrine giren Kızıl Oğuzlar, 1071 Malazgirt Meydan
Muharebesi ve Zaferi’nden sonra Kars, Erzurum, Erzincan ve Sivas illerine doğru
akınlara başlayarak Sivas ve Tokat arasındaki Kelkit Vadisi’ni ele geçirdiler. Türkiye
Selçukluları’nın son zamanları ile Anadolu Beylikleri döneminde Ankara’nın idaresini
elinde bulunduran Ankara Valisi “Kızıl Bey” de bu Kızıl Oğuz Türkmenlerinden idi.
Selçuklu Devleti’nin “iskan” politikaları çerçevesinde Tokat, Amasya, Konya,
Karaman, Ankara, Aydın, İsparta, Balıkesir, Bolu, Kastamonu ve Sinop illerine
yerleştirilen Kızıl Oğuz Türkmenleri; 1410’da Reşadiye ve Mesudiye arasındaki “Kızıl
Özenliler Yurdu” olarak anılan (bugünkü Reşadiye-Kızıl Ören Köyü civarı) bölgede
“Kızıl Ahmetliler” isimli bir de beylik kurdular. Beyliğe adını veren Kızıl-Oğlu Ahmet
Bey ve kardeşleri, Amasya, Tokat, Çorum ve Sivas, Ordu, Samsun, Giresun ile
Şebinkarahisar’ı ele geçirdiler. Kızılırmak ve Yeşilırmak bölgesine hakim oldular.
1424 yılında Sultan II. Murat’ın emri ile Amasya Valisi Yörgüç Paşa, Kızıl-Oğlu Ahmet
Bey ve diğer ileri gelenleri Amasya Kalesi’ne davet ederek ortadan kaldırdı. Kızıl
Oğuz Türkmenleri de Anadolu’nun çeşitli yerlerine dağıtıldılar. Kızıl Oğuz
Türkmenleri’nin büyük bir bölümü, Fatih Sultan Mehmet zamanında Evrenos-Oğlu Ali
Bey komutasında Rumeli’de fethedilen Selanik, Manastır ve Yanya illerine
yerleştirildiler. Son İsfendiyaroğulları Beyi ve Osmanlıların Kastamonu Valisi
Cemalettin Kızıl Ahmet Paşa, 1515’lerde Bayburt Sancak Beyi olan Mirza Mehmet
Bey ve Bolu Sancak Beyi olan babası Kızıl Ahmet Bey ile III. Murat zamanında
Rumeli Beylerbeyi olan Kızıl Ahmetli Şemsi Paşa Kızıl Oğuz Türkmenlerinden idi. 14
Merhum Prof. Dr. Faruk Sümer’in XVI. yüzyıl Tahrir Defterleri’ne dayanarak yaptığı
araştırmalara göre, XVI. yüzyılda Anadolu’da Kızıl Oğuz Türkmenleri’ne bağlı
“oymaklar” şuralarda görülmekteydi: Maraş’tan Ankara, Kayseri, Kırşehir’e kadar olan
sahada yayılmış bulunan “Dulkadırlı Eli”ne bağlı “Kızıllu” oymağı. Boz-Ulus’un bir
kolu olan “Diyarbekir Türkmenleri”ne bağlı “Koca-Hacılu” oymağı. Boz-Ulus’un “Dul-
kadırlı” oymaklarından “Kızıl-Kocalu” oymağı. “Boz-Ok Eli” (bugünkü Yozgat
bölgesi)’ne bağlı Kara-Taş’ta “Kızıl-Kocalu”, Ak-Dağ’da “Kızıl-Kocalu”, Sorgun’da
“Kızıl-Kocalu” oymakları. “Menteşe Eli” (bugünkü Muğla yöresi)’nde “Kızılca-Yalınc”
ve “Kızılca-Keçilu” oymakları. 15
Bilindiği gibi “yer adlan”, kültür tarihi bakımından çok büyük bir önem taşır.
Anadolu’nun ve Rumeli’nin Türkleşmesinde de görüldüğü gibi Türkler, çeşitli
geleneklere bağlı olarak yer adı vermektedirler. Bazen milli kültürün bir parçası olarak
Orta Asya’daki yer adları Anadolu ve Rumeli’deki benzer yerlere verilmiştir. Bazen,
bir boy veya oymak yerleştiği yere boyunun veya oymağının adını vermiştir. Bazen,
boy beyi veya boyun bir büyüğünün adı verilmiştir. Arazi şekline, yerleşme
esnasındaki bir olaya, eski bir totem olan ve silik izleri hatıralarda devam eden bir
hayvanın adına göre de isim verilir veya alınırdı. 16 Anadolu’da dün ve bugün
gördüğümüz bütün “Kızıl” sözü ile başlayan yer adları da bu gelenek çerçevesinde,
işte bu Kızıl Oğuz Türkmenlerin hatıralarını taşır. Bazı misaller şu şekilde verilebilir:

Kızıl-ırmak, Kızılca-hamam, Kızılca-viran (bugünkü Kızılca-ören) (XVI. Yüzyıl,
Bayburt Sancak Merkezi), Kızılca-kent (XVI. Yüzyıl, Bayburt, Kelkit), Kızılca (XVI.
Yüzyıl, Bayburt, Tercan-ı Süfla) 17 , Kızıl-köy (Afyon, Bursa), Kızıl-çakçak, Kızıl-ziyaret
(Ağrı), Kızıl-öküz (Kars), Kızıl-ırmak, Kızıl-dağları (Suşehri, Refahiye, İmranlı
arasında), Kızıl-kuyu, Kızıl-lar, Kızıl-yaka, Kızıl-ören (Karaman’ın köyleri). 18
B. KIZIL OĞUZLAR YAHUT KOCACIKLARIN RUMELİ’DEKİ VARLIKLARI
Anadolu’daki oymak adlan ve yer adlarında da görüldüğü üzere, Kızıl Oğuz
Türkmenleri’ne “Kızıl-Kocalu”, “Kızıl-Kocalı”, “Kocacıklılar” “Kocacıklar”, “Kocacık
Türkmenleri” ve “Kocacık Yörükleri” gibi isimler de verilmektedir. Rumeli’ye iskan
edilen “Kocacık Yörükleri”, XVI. ve XVII. yüzyıllarda kendileri için müstakil “tahrir
defterleri” tanzim edilen altı yörük grubundan birisidir. Arşivlerimizde doğrudan
Rumeli’deki Kocacık Yörükleri ile ilgili olan ve yaklaşık bir asırdan fazla bir zamanı
(1543-1666) gösteren dört adet defter bulunmaktadır. Bunlardan ikisi tam ve
müstakil, teşkilatın henüz kuvvetli olduğu zamanlara (1543 ve 1584) mahsustur. 1642
ve 1666 senelerinin durumunu bildiren diğer ikisi eksik ve diğer defterlerin içinde
bulunmaktadır. Bunlar, teşkilatın bozulmaya başladığı döneme aittir.
Rumeli’deki Kocacıkların başlarında, hakkında tarihi bir bilgiye sahip olmadığımız
“Koca Hamza” isimli bir beyin bulunmasından dolayı önceleri “Koca Hamza Yörükleri”
olarak anıldıklarını; sonradan çoğunlukta bulundukları yerlerde Kocacıklar olarak
tanınmaya devam ettiklerini biliyoruz. 1543’te 132, 1584’te 179 ocak olarak görülen
ve altmış sene sonra 18 ocağa düşen Kocacık Yörükleri’nin nüfuslarındaki önemli
artış 1572 ile 1575 yılları arasında olmuştur. Kayıtlara göre yerleştikleri ve kendi
adları ile yazıldıkları yerler şuralardır: “Hırsova, Tekfurgölü, Varna, Pravadi, Aydos,
Ruskasrı, Ahyolu, Karinabad, Şumnu, Burgaz, Kızılağaç, Yanbolu, Eskibaba,
Kırkkilise, Edirne, Filibe, Silistre, Hacıoğlu-Pazarcık, Ak-kerman, Bender, Kili”.
Kısmen Naldöken ve Tanrıdağı Yörükleri’nin de bulunduğu Doğu Trakya, Bulgaristan
ve Doğu Rumeli’nin doğu tarafları, bütün Dobruca ve Bender, Akkerman yörelerinde
(Eski Paşa Livası ile birlikte Kırkkilise, Çirmen, Vize, Silistre, Bender, Akkerman
Sancakları) yaşayan Kocacıklar, onlardan az miktarda olmakla birlikte oldukça önemli
bir grup teşkil etmişlerdir. Bu bölgede başlarında “subaşı” olarak, 1543’te Mustafa
(Bz)bali Bey, 1572’de Mahmut, 1584’te Mehmet ve 16O3’te Muharrem Beyler
görülmektedir.
Kocacık Yörükleri’nin yerleştikleri yerler, Karadeniz sahilini, takriben, Filibe istisna
edilirse, nihayet 250 kilometrelik bir saha içinde uzanan şerit içinde, bugünkü
Türkiye’den Edirne ve Kırklareli Vilayetleri, Bulgaristan ve Doğu Rumeli’nin doğu
tarafları ve Silistre dahil olmak üzere boydan boya Dobruca ve nihayet Kuzeyde Kili,
Bender, Akkerman üçgeninin bulunduğu mıntıkalardan ibarettir. XVI. asrın ikinci
yarısında en çok yoğunluk gösterdikleri bölge Yanbolu, Varna, Şumnu arasıdır. Sonra
Hırsova gelir ki, bu miktar, bu mıntıkada yazılan Naldöken, Tanrıdağı, Selanik
Yörükleri toplamından daha fazladır ve bu grup içerisinde Yanbolu’dan sonra da en
fazla bulundukları yerdir. XVI. asrın ikinci yarısında, bugün çoğunu tespit
edemediğimiz, Kocacık Yörükleri’nin ikamet ettikleri 1600’den fazla meskun mahal
bulunmaktaydı. Kendi isimleri ile kayıtlı oldukları 1543 Tarihli Tahrir Defteri’ne göre,
bizzat kendi hatıralarını taşıyan şu köy ve sancak adlarını tespit edebiliyoruz:
“Kocalar” (Ahıyolu), “Koca-göl”, “Koca-kurd”, “Koca-oğulları” (Akkerman, Bender, Kili),
“Koca-Halil” (Babaeski), “Kızılca”, “Kocaşlı”, “Koca-göl” (Dobruca), “Kızılca-Veli”,
“Kızıl-hisarhk”, “Kocuk-Bilal” (Hırsova), “Koca-tarla” (Kırkkilise), “Kızılcalı” (Provadi),
“Koca-Ömer” (Rus Kasrı), “Kızılca-İlyas”, “Kızılca-İsmail” (Silistre), “Kızıl-Bekir”
(Şumnu), “Kızılca”, “Kızılca-İsmail” (Varna), “Kızılcıklı”, “Kocalar”, “Kocalı-Musa
Kocalı” (Yanbolu), “Yenice-Kızılağaç”(Sancağın adı)- 20

Kocacık Yörükleri kendi defterlerine yazıldıkları bu yerlerin dışında da buralardaki
yoğunlukta olmasa da, önemli miktarda bulunuyorlardı. “Evlad-ı Fatihan Teşkilatı”nın
kurulmasına kadar özellikle, “Selanik Yörükleri” ve “Ofçabolu Yörükleri” olarak yazılan
ve kayıtları tutulan yörük grupları içinde Kızıl Oğuz veya Kocacık Yörükleri de
bulunuyordu.
Fethinden itibaren yoğun bir şekilde bütün Makedonya ve Teselya bölgesinde,
nisbeten az miktarda olmak üzere de Bulgaristan ve Dobruca’da iskan edilmiş olan
“Selanik Yörükleri”, Teselya’da; en çok Yenişehir’de, Florina, Serfiçe, Avrethisarı,
Ustrumca’da, Dobriça’da da Silistre’de yaşıyorlardı. Toplam 500 ocak olan Selanik
Yörükleri, 1543 Tarihli Tahrir Defteri’ne göre “ocak” sayılarıyla birlikte şu mıntıkalarda
bulunuyorlardı: Manastır (7), Pirlepe (13), Florina (36), Serfiçe (33), Fener (23),
Badracık (5), Çatalca (60), Yenişehir (117), Kelemeriye (35), Pınardağı (8), Yenice-
Vardar (2), Avrethisarı (47), Usturumca(28), De-mirhisar (8), Filibe (10), Kızıl-ağaç
(2), Yenizağra (1), Eskizağra (6), Ak-çekazanlık (1), Hasköy (1), Lofça (3), Yanbolu
(1), Tatarpazarı (7), Pravadi (3), Silistre (26), Tekfürgölü (2), Varna (4), Hırsova (2),
Şumnu (2), Çernova (4), Tırnova (3). 21
“Ofçabolu” bugünkü Makedonya Cumhuriyeti sınırlarındaki Üsküp ile İştip arasında
az arızalı ve konar-göçer yaşayış tarzına elverişli bir bölgenin adıdır. Buraya “Mustafa
Ovası” da denilmektedir. Merkez kasabası İştip’tir. Gerek burada, gerek Pirlepe ve
Tikveş civarında bulunan, daha XIX. Yüzyılda bile varlıkları tesbit edilen Yörükler,
XVI. ve XVII. Yüzyıllarda “Ofçabolu Yörükleri”ni teşkil ediyorlardı. Bunlar
imparatorluğun eski Kosava ve Manastır Vilayetlerinde bilhassa dört yerde yoğun bir
halde, Bulgaristan ve Dobriça’da da bazı yerlerde tek tük olarak görülmektedirler.
1566’da 97, 1608’de 88 ocak olarak tesbit edilen Ofçabolu Yörükleri, 1566 tarihli
Tahrir Defteri’ne göre Üsküp (18), Ostruva (14), İştip (31), Pirlepe (35), Tatarpazarı
(1), Filibe (1), Yanbolu (2), Silistre (1), Tırnova (2) ve İhtiman (2)’da bulunuyorlardı.
Burada kayıtlara geçen “ocak” sayıları yoğun olarak yaşadıkları yerleri de
göstermektedir. 22
Yukarıda değinildiği üzere, Rumeli’yi Türkleştiren bu Yörük unsurlar, 1691’den sonra
“Evlad-ı Fatihan” ismiyle yeniden örgütlenmişlerdir. Hasan Paşa tarafından yapılan
“tahrir”e göre, 1691 (1102) Tarihli Evlad-ı Fatihan Defteri’nde tesbit edilebilen “Kızıl
Oğuz” veya “Kocacık” Yörüklerinin adını taşıyan kaza ile köy adları ve bu köylerin
çıkarmakla yükümlü oldukları “yürük piyadeleri” sayısı şu şekildedir (parentez içindeki
isimler köylerin bağlı oldukları kazaları göstermektedir) : Yenice-i Kızılağaç 14,
Kızılcıklı 2 (Çırpan), Kızılca-Ali 8 (Tatarpazarı), Koca-beğli 1 (Filibe), Kızılca-kasaplı 7
(Uzunca-ova Hasköy), Kızıllu 5 (Kavala), Kızıl-doğan 9 (Toyran), Kızıllı 14 (Nahiye-i
Bazargah), Koca-Ahmedli 66 (Cuma-Pazarı, Sarı-Göl), Kocalı Mahallesi (Radovişte
50), Koca-Ömer ma’a Kaba-ağaç 11, Kızıl-ağaç 1 (Gümilcine), Koca-Mahmudlu 1
(Yenice-Karasu), Boynu-kızıllı 14 (Çağlayık), Kızıllık 26 (Serez), Koca-doğan 3
(Hacıoğlu-Pazarı), Kara-koca 5, Kızılcıklı 43, Koca-oğulları 7 (Silistre), Koca-Ali ma’a
Dede 3, Koca-doğan 1, Kızıllar 9, Koca-pınarı (Hezargrad), Kara-koçılı (Kara-kocalı
?)18, Kocaman 1 (Rusçuk), Kocacıklu 4, Bayır-kocalar 4 (Şumnu). 23
C. KIZIL OĞUZ YAHUT KOCACIK YÖRÜĞÜ OLARAK ALİ RIZA EFENDİNİN
AİLESİ
Atatürk’ün soyu ile ilgili elimizdeki en sağlam bilgiler öncelikle kendisinin, annesinin,
kardeşi Makbule Hanım’ın anlattıklarıdır. İkinci olarak, kendisini ve ailesini tanıyan
Hacı Mehmet Somer gibi, kimi çocukluk arkadaşlarının verdiği bilgilerdir. Mustafa
Kemal dahil aile fertlerinde kuvvetli bir “Yörük, Türkmen olma” bilinci vardır: Makbule
Hanım, E. B. Şapolyo’nun sorduğu “babanız nerelidir?” sorusuna şu cevabı vermiştir:
“Babam Ali Rıza Efendi yerli olarak Selaniklidir. Kendileri Yörük sülalesindendir.

Annem her zaman Yörük olmakla iftihar ederdi. Bir gün Atatürk’e ‘Yörük nedir?’ Diye
sordum. Ağabeyim de bana ‘Yürüyen Türkler’ dedi.” Yine Şapolyo’nun Ruşen Eşref
Ünaydın’dan naklettiğine göre, “Atatürk, çok kere benim atalarım Anadolu’dan
Rumeli’ye gelmiş Yörük Türkmenlerdendir derlerdi.” 24
Atatürk’ün baba soyu ile ilgili önemli bilgileri verenlerden birisi de M. Kemal’in
Selanik’te mahalle ve okul arkadaşı, eski Milletvekillerinden Hacı Mehmet Somer
Bey’dir. Somer’e göre; “Atatürk’ün ataları hakkında benim bildiğim şunlar: Atatürk’ün
ataları Anadolu’dan gelerek Manastır Vilayeti’nin Debre-i Bala Sancağı’na bağlı
Kocacık nahiyesine yerleşmişlerdir. Bunları ben Selanik’in ihtiyarlarından
duymuştum. Kocacıklıların hepsi öz Türkçe konuşurlar. İri yapılı adamlardır. Bunların
hepsi Yörüktür. Hayvancılıkla geçinirler, sürüleri vardır. Bir kısmı da kerestecilik
ederler. Bunların kıyafetleri Anadolu Türklerine benzer. Yaşayışları, hatta lehçeleri de
aynıdır.” 25 Atatürk’ün babasını ve dedesi “Kızıl Hafız Ahmet’i tanıyan Eski Aydın
Milletvekili Tahsi San Bey ve Eski Umumi Müfettiş ve Milletvekili Tahsin Uzer’den
Kılıç Ali’nin 26 ve Tahsin San Bey’den E. B. Şapolyo’nun 27 naklettiği bilgiler de,
Atatürk’ün baba soyunun “Anadolu’dan Rumeli’ye geçmiş olan Yörüklerden”
olduğunu göstermektedir. Atatürk’ün baba soyu, Aydın/Söke’den gelerek Manastır
Vilayeti’nin Debre-i Bala Sancağı’na bağlı Kocacık’a yerleşti. Aile sonradan Selanik’e
göç etti. Dedesi Ahmet ve dedesinin kardeşi Hafız Mehmet’in taşıdığı “kızıl” lakabı ve
yerleştikleri nahiyenin adı olan “Kocacık’“ın da gösterdiği üzere; Mustafa Kemal’in
baba tarafından soyu Anadolu’nun da Türkleşmesinde önemli roller oynayan “Kızıl-
Oğuz” yahut “Kocacık Yörükleri, Türkmenleri” nden gelmektedir.
Bugün nüfusu yaklaşık 2.100.000 olan Makedonya Cumhuriyeti içerisinde bir kısmı
hala konar-göçer hayatı devam ettiren Yörük olmak üzere, yaklaşık 200.000
civarında Türk yaşamaktadır. Makedonya’nın her tarafına dağınık olarak yaşayan
Türklerin en yoğun olarak bulundukları yerler. Gostivar ve Üsküp gibi şehirleriyle Batı
Makedonya Bölgesi’dir. Bu şehirlerden başka. Kalkandelen, Ohri, Struga ve Debre,
Jupa; Doğu Makedonya’da ise, Manastır. Pirlepe, İştip, Ustrumca ve Kanatlar önemli
Türk yerleşim birimleridir. 28
Sofya Üniversitesi Profesörlerinden J. İvanof 1920’de Paris’te yayınlanan eserinde,
Makedonya’ya Türklerin yerleşmeleri ile ilgili olarak şu bilgileri vermektedir: Türkler,
XIV. Asırdan itibaren ve Çirmen zaferini müteakip Makedonya’ya yerleşmeye
başladılar. Şehirler Üsküp, Pirlepe, Köstendil, Drama bir ara tamamıyla Türklerin
yaşadığı şehirler olur. Türk ordusunun fethettiği stratejik noktalar etrafında süratle
Türk kasabaları meydana getirilir. Bunlar Anadolu’dan göç eden Türklerdir. Göç eden
Türklerden kurulu yepyeni şehirler meydana gelir: Yenice, Vardar. Zamanla
şehirlerde Türk nüfusu karışık bir manzara arz eder. Fethi müteakip, Hıristiyan yerliler
İslam dinini kabul ederler. Hemen fetihten sonra göç etmiş temiz Türk topluluğu
etrafında toplanırlar. Şehirlerin dışında köyler etrafında da Türk toplulukları da
vücuda gelir. Bunlar Anadolu’dan göç etmiş büyük gruplardır. Onlara Yörük ve
Konyar adını vermelerinin sebebi bu göçmenlerin Anadolu’dan Konya’dan gelmiş
olmalarıdır. Umumiyetle Yörükler ve Konyarlar Türkler gibi giyinen, konuşan yerlilere
(İslamiyeti kabul eden Hıristiyanlara) karışmazlar. Bu Türk göçmen toplulukları üç
büyük grup halindedir: 1. Ege Denizi Kıyı Bölgesi: Rodoplardan denizi kadar iner.
Selanik bölgesi dahil buraları tamamıyla Türk’tür. 2. Sarıgöl Bölgesi: Burada Sarıgöl
(Kayalar), Cuma gibi zengin Türk kasabaları vardır. Bu bölgedeki köylerin sayısı
130’dur. 3. Vardar Bölgesi: 240 Türk kasaba ve köyü vardır. Vardar nehrinin
umumiyetle doğu kıyılarındadır. Bu üç büyük göç grubundan başka, daha ufak göç
grupları da dağınık yerleşmişlerdir: -Vardar Nehri aşağı kısımlarında, Maya Dağı
civarındakiler, -Manastır Ovası’nda Kenali (Kınalı? Kanatlı?)de oturanlar, -Debre
güneyinde, Kara Drin nehri geçitlerini tutanlar.” 29

İşte Atatürk’ün dedelerinin Anadolu’dan gelerek yerleştikleri Osmanlı Devleti
döneminde Manastır Vilayeti’ne bağlı dört sancaktan biri olan “Debre-i Bala”nın
merkezi, bugün Batı Makedonya’daki Debre şehridir. Babası Ali Rıza Efendi’nin
doğduğu “Kocacık” nahiyesi de şimdi Jupa Bölgesi’nde yine aynı isimle anılan bir
köydür. Köyde şu anda Jupa Bölgesi Türk çocuklarının Türkçe eğitim gördükleri
Necati Zekeriya Merkez İlkokulu isminde bir okul da bulunmaktadır. 1993 yılında
gazeteci Altan Araslı, Kocacık Köyü’ne giderek, burada Atatürk’ün dedesinin evini
bulmuştur. “Atatürk’ün Büyükbabası’nın Evini Bulduk, Atamız Yörük Türkmeni” başlığı
ile verilen haberde, Kocacıklılarla yapılan konuşmalar da göstermektedir ki,
Atatürk’ün baba soyu hakkında nakledilen bilgiler doğrudur ve bunlar köydeki yaşlı
insanlar tarafından hala canlı bir şekilde hatırlanıp, anlatılmaktadır. Ayrıca, bugün
yaşayan Kocacık Köylülerinde de “Yörük, Türkmen ve Oğuz olma bilinci” vardır.
Araslı’nın Üsküp’te görüştüğü Kocacıklı Numan Kartal anlatıyor: “Ali Rıza Efendi,
Manastır Vilayeti’nin, Debreibala Sancağı’na bağlı Kocacık’ta dünyaya geldi.
Kocacık’ın nüfusu tamamen Türk. Hepsi de Yörük Türkmenleri. Anadolu’dan geldiler.
Bizler, Müslüman Oğuzların Türkmen boyundanız. Atatürk’ün büyükbabası,
İşkodyalılar ailesinden, Babaanne’si ise Golalar ailesinden gelmektedir. İşkodyalılar,
İşkodya’dan, Kocacık’a gelip yerleşen akıncı Türklerinin adıdır. Golalar ise ‘hudut
gazileri’ anlamını taşımaktadır. Dedesi, Kocacık’ın Taşlı Mahallesi’nden, Babaanne’si
ise Yukarı Mahallesi’ndendir. Ayşe Hanım, Taşlı Mahallesi’ne gelin gelmiştir. Kırmızı
Hafız Mehmet Efendi, Çınarlı Mahallesi’nde İlkokul öğretmenliği yapmış. Kocacık’ın
Taşlı Mahallesi’nin üst tarafında bir yokuş vardır. Önünde küçücük bir derecik akar.
Bu nedenle oraya Dere Mahallesi de denir. İşte Ata’nın Büyükbaba’sının evi
oradaydı. Kocacık’tan temelli göç ettikleri zaman, evlerini Etem Malik’lere satmışlar.
Malik’in oğlu Hayrettin İzmit’te oturmaktaydı.”
Yine Üsküp’te yaşayan Kocacıklılardan Murat Ağa Altan Araslı’ya şu bilgileri
vermiştir: “Atatürk’ün dedesinin adı Kırmızı Hafız Ahmet Efendi’dir. Lakapları böyle.
Ama, asıl hafız olan kardeşi Mehmet Efendi’dir. Babaanne’sinin adı da Ayşe
Hanım’dır. Daha sonraları Ahmet Efendi’ye ‘firari’ denmeye başlamış. Firari,
Rumeli’de ‘gurbetçi’, ‘gurbete çıkan’ anlamına gelmektedir. Yalnız, Selanik’te vuku
bulan bir olayla da bağlantılıdır. Kocacık’ın toprağı münbit değildir. Olanakları da
kısıtlıdır. Bu nedenle, Ahmet Efendi, Yukarı Mahalle’den Feyzullah Pehlivan ve Taşlı
Mahallesi’nden Fazlı Ağa ile birlikte Selanik’e Çalışmaya gitmişler. 1876 yılının Mayıs
ayında bir gün yolda bir olaya tanık olmuşlar...” Murat Ağa sonra doğruluğu şüpheli
bir olayı anlatarak sözlerine son vermektedir. Murat Ağa’nın burada verdiği tarih de
yanlıştır. Çünkü, Atatürk’ün babasının yaklaşık olarak 1839’da Selanik’te doğduğunu
bildiğimize göre, aile zaten bahsedilen tarihlerde Selanik’e taşınalı epeyce olmuş
olmalıdır. Nitekim Araslı’nın verdiği bilgilere göre, Ahmet Efendi’nin Kocacık’tan 93
Harbi (1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi)’nden otuz yıl kadar önce taşındığını; köyden
ilk ayrılanın da Mustafa Kemal’in Büyük Amcası Kırmızı Hafız Mehmet Efendi
olduğunu köylüler anlatmaktadırlar. Araslı’nın Üsküp’te görüştüğü bir diğer Kocacıklı
da Kocacık’ın Yukarı Mahallesi’nden, Dolakar Ailesi’nden, Behlül ve Hatice Kızı
Maksude Yıldız’dır. Maksude Yıldız anlatıyor: “Harekat Ordusu’nun İstanbul’a
yürüyüşü tüm Balkanlar’da büyük heyecan yaratmıştı...Harekat Ordusu’nun
faaliyetleri en güncel konuydu. Mensupları da meşhur olmuştu. Şevket Paşa’nın
yaverinin Kocacıklı olduğunu öğrendik. Kimdir, neyin nesidir derken, Kırmızı Hafız
Ahmet Efendi’nin torunu, Ali Rıza’nın oğlu Mustafa Kemal olduğunu söylediler.”
Gazeteci Altan Araslı, Üsküp’teki Bu Kocacıklılar’dan bu bilgileri aldıktan sonra, Birlik
Gazetesi (Üsküp’te Türklerin yayınladıkları gazetedir)’nden Remzi Canova ile birlikte
Rumeli’nin meşhur Kaz Dağları’nı, Maya Dağları’nı tırmana tırmana sarp bir dağ köyü
olan Kocacık’a dört saatlik bir araba yolculuğundan sonra ulaşıyorlar. Burada
kendilerine Köylülerden İsmail Yahya Atatürk’ün dedesinin evini gösteriyor. Onlar

geçmişi konuşurlarken gelen yaşlı bir nine söze giriyor ve “evladım doğrudur, onların
eviydi” diyerek İsmail Yahya’nın sözlerini onaylıyor. 30
Mevcut bilgiler göre Atatürk’ün baba soyu Aydın-Söke’den göçürülerek
Makedonya’ya gelmişlerdir. Manastır Vilayeti’ne bağlı Debre-i Bala Sancağı’nın
Kocacık Nahiyesi (Köyü)’ne yerleşen aile takriben 1830’larda Selanik’e göçmüştür.
Atatürk’ün babası Ali Rıza Efendi burada takriben 1839’da dünyaya gelmiştir. Babası
Kızıl Hafız Ahmet Efendi’dir. Kızıl Hafız Ahmet Efendi’nin Kızıl Hafız Mehmet Emin
Efendi isminde bir erkek, bir de Nimeti Hanım isminde bayan iki kardeşi vardır.
Atatürk’ün baba soyu, büyük amcası Kızıl Hafız Mehmet Emin Efendi tarafında
devam etmiş ve günümüze kadar ulaşmıştır. Bunun oğlu Salih Efendi ve ikinci eşi
Müberra Hanımdan devam eden aile, torunlarla yedinci kuşağa ulaşmış bulunuyor.
Belgelerden Atatürk’ün Müberra Hanım’a “Yenge” şeklinde hitap ettiğini biliyoruz.
Bunların beş çocuğundan birisi olan Necati Erbatur, 28 Eylül 1927’de Dolmabahçe
Sarayı’nda nişanlanmış; diğer çocukları Vüsat Erbatur’un kızı Nesrin Hanım ile
Feridun Söğütligil’in nikahları 2 Ekim 1937’de Park Otel’de yapılmış ve Atatürk bu
nikah törenine katılmıştır. 31
D. ALİ RIZA EFENDİ’NİN HAYATI
Atatürk’ün babası Ali Rıza Efendi, Selanik’te 1839 yılında doğdu. Selanik’te Abdi
Hafız Mektebi’nde okuduğunu 32 ve Vakıflar İdaresi’nde “ikinci katip” olarak memuriyet
yaptığını bildiğimiz Ali Rıza Efendi, sonradan Rüsumat İdaresi’ne girmiş ve “Gümrük
Memurluğu” görevlerinde bulunmuştur.
Ali Rıza Efendi’nin gümrük muhafaza memurluğu görevi, Selanik yakınlarında,
Olimpos Dağı eteklerinde bulunan Katerin Kazası’na bağlı Papazköprüsü
(Çayağzı)’nde idi. Selanik ile bütün civarının ve hatta İstanbul’un odun ve
odunkömürü ihtiyacını temin eden bu bölgede bir kaç yıl görev yaptıktan sonra
Rüsumat’tan da ayrılır. Ayrılmasında, bu bölgede asayişin gittikçe bozulması ve Rum
çetelerinin devamlı baskınlarla huzuru bozmaları rol oynamıştır. O yıllarda yeni evli
olan Ali Rıza Efendi, eşini bu karışık ortamdan kurtarmak istemiştir. Onun buradaki
görevinin 1870’lerden itibaren 1880-1881 yıllarına kadar devam ettiği biliniyor. Bu
tarihlere göre Ali Rıza Efendi, evlendiği tarihlerde ve Mustafa Kemal doğduğu
sıralarda Çayağzı’ndaki bu görevde idi. Nitekim, Zübeyde Hanım, Mustafa Kemal’in
doğduğu günlerden bahsederken, “O zamanlar Ali Rıza Efendi’nin memuriyeti
Selanik civarında Çayağzı’nda idi, bazı geceler eve gelmiyordu” der. 33
1935 yılında ele geçirilen ve Ali Rıza Efendi’ye ait olduğu tespit edilen bir fotoğrafla
ilgili olarak yapılan araştırmalar sonucu, onun 1876-1877 yıllarında Selanik’teki
“Asakir-i Milliye Taburu”nda “Birinci Mülazım”, Üsteğmen rütbesiyle görev yaptığını
öğreniyoruz. Mensubu olduğu “Selanik Asakir-i Milliye Taburu” 1876 Osmanlı-Sırp
Savaşı’nın başladığı günlerde Şura-yı Devlet Başkanı olan Midhat Paşa’nın
teşebbüsleri ile kurulmuş “gönüllü taburlar”dan biridir. Halktan gönüllülerin iştiraki ile
orduya yardımcı olacak böyle bir kuvvetin teşkili fikrini ön safta destekleyenler
arasında Namık Kemal ile Ziya Paşa da vardır. İlk hareket İstanbul’da başladıktan
sonra, Selanik’te memurlardan ve halktan yazılan gönüllüler “Millet Askeri” adı altında
bir tabur kurmak ve savaşa hazırlanabilmek için hükümetten silah istemişlerdir.
Başarılı bir eğitim yapan bu taburun İstanbul’a getirilmesinin halkı teşvik edeceği
düşünülmüş ve Ali Rıza Efendi’nin de bulunduğu tabur, Orhaniye Zırhlısı ile 24 Aralık
1876’da payitahta varmıştır. Büyük törenle karşılanan tabur, Midhat Paşa önünde
resmi geçit yapmış ve Süleymaniye Kışlası’nda misafir edilmiştir. Ali Rıza Efendi bu
taburun ikinci bölüğünde Üsteğmendir. Ali Rıza Efendi, Selanik Islahhane
Mahallesi’nde, Emir Bostan’da ve Numan Paşa Camii avlusunda “Asakir-i Milliye”ye

askeri talimler yaptırmıştır. Bu tabur sonradan II. Abdülhamit tarafından, daha 1877-
1878 Osmanlı-Rus Harbi’nin sonucu alınmadan lağvedilmiştir.” 34
Ali Rıza Efendi, 1881’den sonra Rüsumat İdaresi’ndeki görevinden ayrılır. Kereste
ticaretine atılır. Atatürk’ün çocukluk arkadaşı ve babasını tanıyan Kütahya Milletvekili
Hacı Mehmet Somer’in anlattığına göre, Ali Rıza Efendi’nin kereste ticaretine
atılmasında, Çayağzı’nda iken tanıştığı ve iyi paralar kazandıklarını gördüğü tüccarlar
etkili olmuştu. Elindeki bir miktar parayı koyarak ve Cafer Efendi ile ortaklık kurarak
ticaret hayatına atılan Ali Rıza Efendi, önceleri iyi para kazanıyordu. Fakat sonradan
işleri bozuldu. Buna sebep olan da yine haraç isteyen “Rum eşkiyalar” idi. Hacı
Mehmet Somer bu durumu şu şekilde anlatıyor:
“Ali Rıza Efendi kereste ticaretine varını yoğunu vermişti. İlk zamanlarda büyük
başarılar gösteren bu teşebbüs, Katerin’in ezeli belası olan eşkiyaların hırslarını
tahrik etti. Ali Rıza Efendi’yi para göndermesi için tehdit ettiler. Şayet para
göndermezse. kerestelerini yakacaklarını bildirdiler. Bu sebeple orman mıntıkasına
gitmek, işlerini kontrol etmek mümkün olmuyordu. İşlenmiş keresteleri sahile
nakletmeğe korkuyordu. Çünkü bu keresteler eşkiyalar için rehine mahiyetinde idi.
Nihayet Ali Rıza Efendi’den ümit ettikleri para gelmeyince, bütün keresteleri yaktılar.
İşçileri de tehdit ettiler. İşçiler de dağılıp gittiler. Bunun üzerine Ali Rıza Efendi,
yangından mal kaçırır gibi, mümkün olabileni kurtarmaya çalıştı. “Buradaki
eşkiyaların hepsi siyasi çetelerdi. 1298 (1883) tarihinde Teselya’nın Yunanistan’a
terkedilmesiyle, Yunan hududu Katerin Kazası’na ve Olimpos dağlarına dayanmakta
idi. Bütün mesele bundan ileri geliyordu. 1877 Rus harbinden sonra Makedonya
çetelerle dolmuş, artık buralardaki Türklere rahat kalmamıştı. Bu siyasi çeteler
yüzünden Ali Rıza Efendi’nin ticareti de bozuldu.” 35
Makbule Hanım da , babasının işlerinin Rum eşkiyalann faaliyetleri sonucunda
bozulduğundan bahsettikten sonra, onun “tuz ticaretine başladığını ve mağazasında
bulunan tuzların toptan eridiğini, bu işten de ziyan gördüğünü, tekrar memuriyete
geçmek istediğini, bunda da muvaffak olamadığını” anlatır. 36
Memuriyetten ayrıldıktan sonra giriştiği her ticari faaliyet bu şekilde başarısızlıkla
sonuçlanan Ali Rıza Efendi, bu olaylardan çok etkilenmiş ve büyük bir moral
çöküntüsü içinde hayata küsmüş ve ağır bir hastalığa yakalanmıştır. Zübeyde Hanım
anılarında bu gelişmeleri şöyle anlatmaktadır: “Merhumun, son günlerinde işinin fena
gitmesinden çok müteessir oldu. Kendisini salıverdi. Daha sonra da derviş meşrep bir
hal alarak eridi gitti. Kocamın hastalığı büyüdü, artık yaşamazdı.” 37 Makbule Hanım’ın
ifadelerine göre Ali Rıza Efendi, “işlerinin kötü gitmesinden çok müteessir oldu...
Nihayet barsak veremine tutuldu. Üç sene hastalık çektikten sonra vefat etti...” 38 Ali
Rıza Efendi’nin ölüm tarihi ile ilgili olarak değişik tarihler verilmektedir. Mustafa Kemal
hatıralarında, tarih vermeden, “...Şemsi Efendi Mektebi’ne kaydedildim. Az zaman
sonra babam vefat etti” 39 demektedir. Kız kardeşi Makbule Hanım ise anılarında,
kendisinin doğduğu günlerde (1885), babasının hastalığının başladığını, işine
gidemediğini ve ilk yaşını doldurduğunda da hastalığın çok ağırlaştığını ve en küçük
kız kardeşi Naciye (doğumu: 1889) kırk günlük iken babasının vefat ettiğini anlatır. 40
Bu durumda Ali Rıza Efendi’nin ölümünün 1889 veya 1890’ün ilk aylarına rastlaması
gerekir. Mustafa Kemal de o sırada dokuzuncu yaşının içindedir. Ve Şemsi Efendi
Okulu’nun üçüncü sınıfındadır. Afet İnan, “Mustafa, daha ilkokul çağında babadan
yetim kalmıştır” derken; Ali Fuat Cebesoy da, “babası öldüğünde Mustafa Kemal’in 9-
10 yaşlarında olduğunu” yazmaktadır. 41
Bütün bu anılardan elde edilen bilgilere rağmen, Faik Reşit Unat, Ali Rıza Efendi’nin
28 Kasım 1893 tarihinde öldüğünü belirtmektedir. F. R. Unat, belgeyi yayınlamadan,

bu tarih ile ilgili olarak, Makbule Hanım’a ilk kocasından ayrıldıktan sonra babasından
aylık bağlanmasına ait dosyadaki belgeleri kaynak göstermektedir. 42 Mustafa
Kemal’in Manastır Askeri Lisesi’ne girişi olan 13 Mart 1896 tarihinden geriye doğru
gelindiği zaman, Askeri Rüştiye, Mülkiye Rüştiyesi ve çiftlikte geçirdiği yaklaşık dört
buçuk aylık süre dikkate alınınca; Faik Reşit Unat’ın belirlediği tarihin doğru olması
ihtimali yüksektir. Bu nedenle, Ali Rıza Efendi’nin ölümünü 1893 yılı kabul edersek,
kendisi 54, babasının vefatında Mustafa Kemal 12 yaşında olmaktadır.

III. ATATÜRK’ÜN ANNE SOYU: “KONYARLAR”
A. KONYARLARIN RUMELİ’DEKİ VARLIKLARI
Mustafa Kemal Atatürk’ün anne soyu da Anadolu’dan gelerek Rumeli’ye iskan edilen
Yörük veya Türkmenlere dayanmaktadır. Anne tarafından dedesi Vodina Sancağı’na
bağlı “Sarıgöl” de denilen “Kayalar”dan göçerek Selanik yakınlarındaki “Lankaza”ya
yerleşen, Sofu-zade (Sofi-zade) Feyzullah Ağa’dır. Yerleştikleri “Sarıgöl” bölgesi,
“Sofular” lakabı ve ailedeki hatıraların gösterdiği üzere, Atatürk’ün anne soyu Konya
Karaman’dan Rumeli’ye gelen ve bundan dolayı da “Konyarlar” şeklinde, Rumeli’deki
diğer Yörük gruplarından farklı olarak bu adla anılan Yörüklerdendir.
Yukarıda kısaca belirttiğimiz gibi, Orta Çağın ikinci kısmında Balkan Yarımadası’na
çeşitli dalgalar halinde gelerek, Bizans İmparatorluğu tarafından burada yerleştirilen
bir çok Türk unsuru vardır. X. Asırdan itibaren Peçenekler, Oğuzlar, Kumanlar kuzey
yoluyla, Tuna’dan geçerek, çeşitli tarihlerde gelmiş ve çeşitli yerlere iskan
edilmişlerdir. IX. Yüzyılda bile, Bizans kaynaklarında “Vardarlı Türkler” olarak
zikredilen bazı Türk gruplarının Selanik civarında yerleştikleri vakidir. Bizans kaynağı
“Anna Commene”nin Ohri civarında yerleştiklerinden bahsettiği Türkleri, Lejean
(1861), 1065 tarihine doğru Makedonya’ya iskan edilen Oğuzlarla ilişkili görmektedir.
Oğuzların bu yerleşmeleri “Attaliates”e atfen Prof. Dr. Akdes Nimet Kurat tarafından
da teyit edilmektedir.
Anadolu’dan Yarımada’ya geçip yerleşen ilk Türk grubu olmak üzere Türkiye
Selçuklularının merkezi Konya’ya mensup olmalarından dolayı bu suretle ad alan
“Konyarlar” gösterilmektedir. XIX. Yüzyılda veya XX. Yüzyılın başlarında Rumeli’yi V
gezen ve buradaki Türklerle bizzat görüşerek onların hatıralarını toplayan veya
buradaki Türk varlığı hakkında eser yazan Batılı seyyahlar ile bilim adamları, G.
Lejean (1861), Gervinus (1851), Jirecek (1891), G. F. Hertzberg (1878), A. Turna
(1888), Cijic (1908), Frachet d’Esperj (1911), İvanof (1918), E. Max, Hoppe, (1934)
A. Boue (1899), Oberhummer (1917) ve nihayet “Konyarlar” hakkında ayrı ve oldukça
ayrıntılı bir araştırma yapan Hr. P. Traeger (1905) 43 “Konyarlar” hakkında önemli
bilgiler vermektedirler.
Bu konuda bilgi veren bütün bu eser sahiplerinin hepsi, Konyarlar’ı bazen “Yörükler”
ve “Evlad-ı Fatihan”la karıştırmakla birlikte; Konya’dan gelerek Rumeli’ye yerleşmiş
veya yerleştirilmiş göstermektedirler. Fakat, bunların geliş tarihi ve geliş şekilleri
konusunda farklı bilgiler vermektedirler. Bütün bu görüşleri tenkitli bir şekilde
karşılaştıran Prof. Dr. Tayyib Gökbilgin, Konyarlar’ın Rumeli’ye geliş ve yerleşmeleri
ile ilgili olarak şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “Sonuncu ve nisbeten kabule şayan
ihtimal bunların II. Murad fakat bilhassa Fatih zamanlarında, Karaman oğullan ile
mücadeleler sırasında ve bundan sonra, Karaman, Konya ve Ankara civarından Türk
aşiretlerinin bu mıntıkalara iskan edildiğidir. O civarın etnik bakımdan yabancı
halkına, menşeleri dolayısıyla, bu sureti tesmiyeyi verdirmiş ve bu ad komşuları

arasında yaşamış, kendilerinde ise, menşeleri hakkında bir malumat, şifahi bir an’ane
halinde devam edip gelmiştir...” 44
Konyarlar’ın en mütekasif (yoğun) bir halde bulundukları yer Teselya’da Kozan ve
bunun kuzeyinde “Sarıgöl” de denilen “Kayalar” ve Selanik’in kuzeydoğusu idi.
Sonraları daha kuzeye de yayılmışlardır. Sayı olarak diğer Yörük gruplarından daha
az oldukları, yarı “konar-göçer” bir hayat yaşadıkları, mübadele (alış-veriş)
merkezlerinin daha çok Yanya olduğu ve halılarının özel şeklinden dolayı (“Konyaren
Figüren”) bütün yörede meşhur olduğu bütün seyyahlar tarafından belirtilmektedir.
Ayrıca, Konyarlar’ın daha demokratik bir halde yaşadıkları, neşeli ve hareketli
kimseler oldukları da bunlar tarafından tespit edilmiştir. 45
Atatürk’ün soyu ile ilgili bir çalışma yaparak, amcası Kızıl Hafız Mehmet Emin
Efendi’nin soyundan gelenlerin ellerindeki bazı belgeleri yayınlayan Burhan Göksel,
Konyarlar’ın, Konya-Karaman’dan Fatih Sultan Mehmet döneminde 1466 yılında
Karamanoğulları ortadan kaldırıldıktan sonra Rumeli’ye göçürülerek, iskan
edildiklerini belirtmektedir. 46
Osmanlı Devleti’nin Rumeli’deki Yörüklerle ilgili örgütlenmesi içinde kendileri için ayrı
isimle bir sayı (tahrir) defteri bulunmayan Konyarlar, yerleştikleri bölgelerde,
başlangıçta özellikle “Kocacık” ve “Selanik Yörükleri” içinde, sonradan da “Vodina” ve
“Sarıgöller Bölgesi” Yörükleri içinde “Evlad-ı Fatihan” olarak kaydedilmişlerdir. Hasan
Paşa tarafından 1691 (1102) tarihinde yapılan tahriri içeren “Evlad-ı Fatihan
Piyadeleri Defteri” 47 ne göre “Sarıgöl” (Kayalar)ler Bölgesi’ndeki köyler, mahalleler ve
devlete vermekle yükümlü oldukları ‘“Yörük Piyadeler’in sayısı şu şekildedir:
“Eğri-Bucak Kazası”: Turhanlı 49. Sofular 21. Evrenoslu 6. Okçular 6. Eyrili 20.
İshaklı 24. Çobanlı 24. İdil-obası 19. Şahinli 55. Leşli 34. Öküz-obası 24. Emirhanlı
38. Gün-doğmaz 2. Rahmanlı 8. Evhad-obası 58. Aydın-obası, Cinciler 66. Işıklu 29.
Sinekli 34. Çakır-ı sagir 4. Sarı-Musalu 8. Çakırlı-i Kebir 13. Karamanlı 12. Karacalar
73. Buraklı 10. Tekye-i Hacı-Hasanlı 21. Topçular 18. Dağ ışıkları 7.
“Cuma-Pazarı Kazası”: Haydarlı 60. Koca Ahmedli 66. Tarakçılı 6. Durasılar 6.
Timurhanlu 3. Bar-çukuru 1. Kulalu 1. Erdoğmuşlu 5. Karaağaç 2. Donuk-kayalar 1.
Şahinler 3. Dedeler 3.
“Çarşanba Kazası”: Milli 77. Davudlu 18. Hacı-İsalar 18. Kulkallı 12. Hacılar 12.
Yeniceler 14. Hacı-Ömerli 16. Karaçalı 6. Doğancalı 6. Tekye-i kebir ve sagir 42.
Keçili 18. Saltıklı 19. Meşeli 6. 48
Ailenin sonradan gelerek yerleştiği Selanik’e bağlı “Lankaza Nahiyesinin 1691
tahririne göre cemaatleri, köy ve mahalleleri ile “Yörük Piyadeleri” sayısı şu
şekildedir: Bedirli 10. Hacı-Bayramlı 4. Pir-dede 1. Değirmenciler 6. Köleli 7. Şuayblı
109. Umurlu ma’a Sarıçalı 45. Değirmencili ma’a Eyrilceli (Ayrılıncalı) 18. Çokallı 9.
Lotice 7. Osmanlı 49. Yaylacık 16. Ayvalı-dere ma’a Şah-Veli ve Saltıklı. Çınarlı 78.
Bulcalı 13. Koçmar 4. Keruz 5. Lankaza 3. Sarıyar 1. Yağlıca 1. Evrencik 1, 49
Yine bu deftere göre, bölgede Konya-Karaman yöresinin hatıralarını gösteren yer
adları ve ailenin soyuna işaret eden “Sofular” ile “Sarı-göllü” gibi yer ve oymak adları
şuralarda tespit edilebilmektedir: Ereğli Nahiyesi 50. Ereğli 1 (Kırk-Kilise). Ereğli 9,
Kara-pınar 1, Sarıgöllü 4 (Avrethisarı). Sofular 19 (Nahiye-i Bazargah). Sofulu 9
(Nahiye,i Kelemeriye). Sofular 21, Karamanlı 12 (Eğri-Bucak-Sarı-Göl).Sofulu 9
(Tikveş). Sarı-Göllü 50 (Radovişte). Sofular 14 (Gümilcine). Karamanlı 11 (Çağlayık ).
Sofular 28 (Yeni-Pazar). Sarı-göllü I, Sofular 2 (Babadağ). San-göllü 1 (Rusçuk).
Sofu Yurdu 1 (Tozluk-Tuzluk). 50

B. KONYAR OLARAK ZÜBEYDE HANIMIN AİLESİ
Mustafa Kemal’in anne soyundan dedesi Sofuzade Feyzullah Efendi’dir. Selaniğe bir
saat mesafede bulunan Langaza’da çiftlik sahibi idi. Atatürk’ün ve Makbule Hanım’ın
çocukluk anılarında bahsettikleri çiftlik burasıdır. Annesi Zübeyde Hanım, Feyzullah
Efendi’nin üçüncü eşi Ayşe Hanım’dan olan tek kızı idi. Atatürk’ün beş kardeşi içinde
en uzun ömürlüsü olan Makbule Hanım (1885-1956) anne soyları hakkında,
“annemden sık sık şunları dilemişimdir” diyerek şu bilgileri vermektedir: “Bizim esas
soyumuz Yörüktür. Buralara Konya-Karaman çevrelerinden gelmişiz. Babam
Feyzullah Efendi’nin büyük amcası Konya’ya gitmiş, Mevlevi dergahına girmiş orada
kalmış. Yörüklüğü tutmuş olacak...’ 51
Mustafa Kemal Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’ın babası hakkında, Atatürk’ün
babası Ali Rıza Efendi’yi ve babası Kızıl Hafız Ahmet Bey’i de tanıyan ve doksan
yaşında vefat eden Aydın Milletvekili Tahsin San, şu bilgileri vermiştir: “Atatürk’ün
valdesi Zübeyde Hanım, Sofu-zade ailesinden Feyzullah Ağa’nın kızıdır. Bunlar
Selanik’te doğmuşlardır. Bu aile bundan 130 sene evvel Sarıgöl’den Selanik’e
gelmişlerdir. Vodina Kazası’nın batısında Sarıgöl Nahiyesi’nde onaltı köyden ibaret
olan bu nahiye ailesi, Makedonya ve Teselya’nın fethinden sonra Konya civarı
ahalisinden Osmanlı Hükümeti’nin sevk ve iskan ettirdiği Türkmenlerdendir. Son
zamanlara kadar beş asır müddet içinde hayat tarzlarını, kılık-kıyafetlerini
değiştirmemişlerdi.” 52
Bu konuda Lord Kinross, kaynak göstermeden şu bilgileri vermektedir: “Zübeyde
Hanım, Bulgar sınırının ötesindeki Slavlar kadar sarışındı; düzgün beyaz bir teni,
derin ama berrak, açık mavi gözleri vardı. Ailesi Selanik’in batısında Arnavutluğa
doğru, sert ve çıplak dağların geniş, donuk sulara gömüldüğü göller bölgesinden
geliyordu. Burası Türklerin Makedonya’yı ve Teselyayı almalarından sonra
Anadolu’nun göbeğinden gelen köylülerin yerleştikleri yerdi. Bu yüzden Zübeyde
Hanım, damarlarındaki ilk göçebe Türk kabilelerinin torunları olan ve hala Toros
dağlarında özgür yaşayışlarını sürdüren sarışın Yörüklerin kanını taşıdığını
düşünmekten hoşlanırdı.” 53
Eldeki mevcut bilgilere göre aile, 1466’larda Karaman’dan gelerek Vodina Sancağı’na
bağlı Sarıgöl’e yerlemiş; sonra Selanik yakınlarındaki Lankaza (Langaza)’ya göçmüş,
Zübeyde Hanım 1857’de burada dünyaya gelmiştir. Atatürk’ün annesi Zübeyde
Hanım’ın babası Sofu-zade Feyzullah Efendi üç defa evlenmiştir. İsimlerini
bilemediğimiz diğer iki eşi bir tarafa bırakılacak olursa, Zübeyde Hanım’la birlikte
Hasan Ağa ve Hüseyin Ağa, Feyzullah Efendi’nin üçüncü eşi Ayşe (Aişe) Hanım’dan
dünyaya gelmişlerdir.
C. ZÜBEYDE HANIMIN HAYATI
Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım, 1857 ‘de Lankaza’da doğmuş, çocukluğu ve ilk
gençlik yılları burada ailesi ile birlikte geçmiştir.
Zübeyde Hanım, güçlü bir beden yapısına sahip olduğu gibi, güçlü bir iradeye de
sahipti. Yeterince eğitim görmemiş, ama okuma yazmayı öğrenmişti. Annesine “Molla
Hanım” denildiği gibi, kendisine de “Zübeyde Molla” deniliyordu. Bu, “bilge” kişiliğini
ifade eden bir lakaptı. Muhafazakar, geleneklerine bağlı bir kadındı. Ali Rıza Efendi
ile evlendikleri 1870 yılında 13-14 yaşlarında olan Zübeyde Hanım, aşağıda
anlatılacağı gibi, kocası ölünce, çocuklarıyla birlikte bir süre Lankaza’daki aile çitliğine
kardeşlerinin yanına dönmüş, daha sonra kendisine talip olan Ragıp Bey’le ikinci
evliliğini yapmıştır. Bu yıllarda 36 yaşında idi.

Zübeyde Hanım’ın bir ara 19O5’te Harp Akademisi’ni bitirerek Kurmay Yüzbaşı olan
ve kısa bir süre hapse atılan Mustafa Kemal’i görmek için üç beş günlüğüne
İstanbul’a gittiğini ve buradan Şam’a gidecek oğlunu Sirkeci’den uğurladığını
biliyoruz. Bu olayı sonradan, annesinin mezarı başında 27 Ocak 1923’te duygulu bir
konuşma yapan Mustafa Kemal Paşa anlatacaktır. Balkan Savaşları’nın sonuna
kadar Selanik’te ikamet eden Zübeyde Hanım, Mustafa Kemal’in burada 1906’da
arkadaşları ile birlikte Şam’da kurduğu “Vatan ve Hürriyet Cemiyeti”nin bir şubesini
açma girişimlerini yaptığı sıralarda oğluna inanmış ve değerli telkinleri ile ona
yardımcı olmuştur.
Balkan Savaşları sonunda Selanik’in sınırlarımız dışında kalması üzerine birçok Türk
gibi Zübeyde Hanım ve kızı Makbule Hanım da İstanbul’a gelmişlerdir. Elimizdeki
bilgilere göre, “Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Selanik’te öldüğü” söylenen Ragıp
Bey’in, bu göç olayından az önce vefat etmiş olması gerekir. Çünkü, yaşıyorsa onun
da aileyle birlikte İstanbul’a gelmesi gerekirdi.
Zübeyde Hanım İstanbul’da Beşiktaş semtinde Akaretler’de 76 numaralı eve
yerleştiler. Kızı ile birlikte İstanbul’da yeni fakat sıkıntılı bir hayata başladılar. Mustafa
Kemal Paşa, Yedinci Ordu Komutanı olarak Filistin’in güneyinde, Sina Cephesi’nde
İngilizlere karşı çarpışırken, Müttefik Alman Orduları Komutanı Falkenhein’la
arasında çıkan bir anlaşmazlık sonucu, görevinden istifa etmiş ve Halep’e gitmişti.
Burada ciddi bir “sarılık” hastalığı geçiren oğlunu merak eden Zübeyde Hanım,
Mustafa Kemal’in üç yaşında iken evlatlık olarak alıp, yetiştirmesi için annesinin
yanına bıraktığı Abdürrahim (Tunçok)'i de alarak Halep’e gitmiş ve “kör olduğu”ndan
korktuğu oğlu Mustafa Kemal’i ziyaret etmiş, tekrar İstanbul’a dönmüştür.
Mustafa Kemal Paşa, 13 Kasım 1918’de Suriye cephesinden ayrılarak İstanbul’a
gelmiştir. Doğruca annesinin evine giden Mustafa Kemal Paşa, onun boynuna
sarılarak elini öpmüş ve kız kardeşi ile kucaklaşarak hasret gidermiştir. Hayatları
boyunca çok az bir araya gelebilen aile için mutlu buluşmaydı bu.
İstanbul’a gelişinde birkaç gün Pera Palas Oteli’nde kalan Mustafa Kemal, bir süre de
yakın arkadaşı Salih Fansa’nın Beyoğlu’ndaki evinde konuk olmuştur. Daha sonra
Şişli’de Madam Kasabya’nın üç katlı evini kiralayan Mustafa Kemal, Beşiktaş
Akaretler’de oturan annesi ve kız kardeşini de yanına almış, üç katlı evin üçüncü
katını onlara ayırmıştır. Kendisi orta katta oturuyor, bu katın arka bahçeye bakan
odasını da yatak odası olarak kullanıyordu. Büyük salonu toplantı odası olarak
ayırmıştı. Alt katta ise yaveri kalıyordu.
Mustafa Kemal, Başkent İstanbul’un en bunalımlı günlerinde bu evde arkadaşlarıyla
sık sık toplantılar yapmış, 16 Mayıs 1919 tarihinde Samsun yolculuğuna çıkıncaya
kadar bu evde oturmuştur. Şişlideki bu ev şimdi müze olarak kullanılmaktadır.
Samsun’a çıkışla birlikte başlayan günler Mustafa Kemal için olduğu gibi, annesi ve
kardeşi için de sıkıntılı, sancılı günler olacaktır. Bu arada oğlu Mustafa Kemal’in
“öldüğü” asılsız haberini duyan ve zaten hasta olan Zübeyde Hanım, iyice hastalanır,
kısmen felç olur. Zübeyde Hanım için bu sıkıntılı günlerde sevindirici bir olay
gerçekleşir. Kızı Makbule, askerlikten ayrılarak ticarete atılan Mustafa Mecdi Bey’le
evlenir. Zübeyde Hanım, tekrar Akaretler’deki eve döner, kızı ve damadı ile burada
yaşamaya devam ederler.
Bu acılı, sıkıntılı ama umut dolu günler Milli Mücadele boyunca sürecektir. Zübeyde
Hanım’ın hastalığı gün geçtikçe artıyordu. Annesinin kuşatma altındaki İstanbul’da
kalması Mustafa Kemal’i üzüyor, annesine ateş hattındayken bile mektuplar
yazıyordu. Arkadaşları Zübeyde Hanım’a yardım ediyor, bütün isteklerini yerine

getiriyorlardı. Zübeyde Hanım’ın, ölmeden oğlunu görme isteği ile oğlunun da bir an
önce annesine kavuşma özlemi çektiği, karşılıklı gönderilen telgraflarda
görülmektedir.
Üç yıldır annesinden ayrı kalan Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı’nın sonlarına
yaklaşıldığı bir sırada annesini Ankara’ya getirmeye karar verdi. Türkiye Büyük Millet
Meclisi Başkanı ve Başkomutan idi. Yıl 1922, aylardan Haziran’dı. Kendisinden
görüşme talebinde bulunan Fransız yazarı Claude Farrére ile İzmit’te buluşacak,
annesi de İstanbul’dan gelecekti. Atatürk 14 Haziran 1922’de Adapazarı’na geldi.
Kendisinden bir gün önce gelen ve Askerlik Şubesi Reisi Binbaşı Baha Bey’in evinde
kalan Zübeyde Hanım ile burada buluştular ve o geceyi bu evde geçirdiler. Anne ve
oğul birlikte bir otomobil ile 24 Haziran I922’de saat 20 de Ankara’ya dönmüşler,
doğruca Çankaya Köşkü’ne gitmişlerdir.
Köşkte Abdürrahim ve Ragıp Bey’in yeğeni olan Fikriye ile birlikte kalan Zübeyde
Hanım’ın, hastalığı da giderek artıyordu. Kısmi felç ve romatizmadan dolayı ağrıları
artan Zübeyde Hanım’a İzmir’in havasının iyi geleceği düşünülerek, İzmir’e gidip bir
süre kalması için ikna edildi. Bu seyahatin bir diğer amacı da Mustafa Kemal’in evliliği
düşündüğü Latife Hanım’ı Zübeyde Hanım ile tanıştırmaktı. Uygun bir kalacak yer
bulmak için İzmir’e giden Başyaver Salih (Bozok) Bey, Zübeyde Hanım için Latife
Hanımların Karşıyaka’daki yazlık evlerini hazırladı.
Buradayken hastalığı giderek artan Zübeyde Hanım, 15 Ocak 1923 günü vefat etti.
66 yaşındaydı. Batı Anadolu’da uzun süreli bir geziye çıkmak üzere 14 Ocak 1923
günü akşamı özel treni ile Ankara’dan ayrılmış bulunan Gazi Mustafa Kemal Paşa, 15
Ocak günü Eskişehir’e gelmişti. Gün ağarmadan az önce Emir Eri Çavuş Ali’yi
çağırmış, “Bir haber var mı?” diye sormuş, “şifre geldi ama çözülmedi” diye cevap
veren Ali Çavuş’a hüzünle bakan Mustafa Kemal Paşa, “annemin öldüğünü
biliyorum.” Dedi. “Bir rüya gördüm, yeşil tarlalarda annemle dolaşıyordum. Birden bir
fırtına çıktı, anamı alıp götürdü.” Deşifre edilmiş telgraf eline verildiği zaman okudu,
gözlerini kapadı, bir an düşündü ve “İzmir’e gitmiyoruz. Treni İzmit’e çevirsinler” dedi.
Aynı gün İzmir’deki Başyaver Salih Bozok’a şu telgrafı çekti: “... verdiğiniz elim haber,
beni çok müteessir etti. Merhumenin münasip bir tarzda merasim-i tedfiniyesini
(uygun bir şekilde cenaze törenini) ifa ettiriniz. Cenab-ı Hak, milletimize hayat ve
selamet versin.”
Atatürk’ün Harp Akademisi’nden sınıf arkadaşı olan ve Kurtuluş Savaşı’nda Batı
Cephesi Kurmay Başkanı bulunan Asım Gündüz, Zübeyde Hanım’ın ölümü sırasında
İzmir’deydi. Asım Gündüz Zübeyde Hanım’ın cenaze törenini şu şekilde
anlatmaktadır: “Zübeyde Hanım son saatlerinde yanında bulunan Latife Hanım’a
ayrıca bir vasiyet yazdırmıştır. Latife Hanını, Zübeyde Hanım’ın ölüm haberini ilkönce
İzmir Valisi Mustafa Abdülhalik (Renda)’ya bildirmiş, vali de büyük bir cenaze töreni
hazırlatmıştı. Latife Hanım ilk gece İzmir’in tanınmış hafızlarından tam otuzüç kişi
çağırarak sabaha kadar hatim yaptırmış ve hatim duası üç gün sürmüştür.
“Cenaze alayına adeta bütün İzmir katılmıştı. Vali, memurlar, komutanlar ve hocalar
olduğu halde cenaze alayının uzunluğu bir kilometreyi buluyordu. Okulların getirdiği
çelenkler kabrin üstünde bir örtü teşkil etmişti. Batı Cephesi Kurmay Başkanı Asım,
Kazım (Özalp), Fahrettin (Altay), Mürsel (Baki), İzzettin (Çalışlar), Abdurrahman Nafiz
(Gürman) Paşalar cenaze alayının önünde yürümekte idiler. “Latife Hanım siyah bir
manto giymiş, siyah peçe örtmüş, cenaze alayına katılmak istemişti. Fakat ailesinin
ve din adamlarının, İslam’da kadın cenazeye katılamaz diye engel olmaları üzerine
bir faytona binerek cenazeyi arkadan takip etmişti. Latife Hanım, kabirde yüzlerce
gümüş mecidiye sadaka dağıtmış, kırkında mevlüt okutmuş, 52 inci gecesinde de

aşure yaparak fakir fukaraya dağıttığı gibi, hatimler indirerek bu mübarek kadına
karşı duyduğu sevgi ve şükran borcunu ödemişti.”
Yaklaşık 12-13 gün çeşitli yerleri dolaşan ve programına uygun olarak devlet işlerini
takip eden Mustafa Kemal Paşa, 27 Ocak 1923 günü Manisa üzerinden İzmir-
Karşıyaka istasyonuna geldi. Beraberinde ordu komutanları, bakanlar, milletvekilleri
ve yaveri vardı. İzmir Valisi Abdülhalik Renda, Kolordu Komutanı Fahrettin Altay ve
Başyaver Salih Bozok, onu karşılayanlar arasında idi. Yine istasyonda kalabalık bir
halk topluluğu ve çevresi çiçeklerle süslenmiş bir otomobil onu bekliyordu.
Çevresinde toplananları selamladı.
Tıpkı sağlığında önce annesini ziyaret ettiği gibi, yine önce annesini ziyaret edecekti.
O gün annesinin mezarı başında duygulu ve özlü bir konuşma yaptı. Konuşmasında,
yetişmesinde olduğu gibi. Milli Mücadele yıllarında da hep kendisinin yolunda olan
annesinin çektiği acıları, onun fedakarlığını dile getirdi. Kendisi yüzünden çektiği
sıkıntıları, acıları dile getirirken annesine olan kadirbilirliğini de dile getiriyordu.
Atatürk, o gün derin bir heyecana kapılmıştı. En içten, en duygulu konuşmasını da,
annesinin mezarı başında o gün yapmıştır. Zübeyde Hanım, fedakar bir anneydi.
Oğlunun yetişmesinde emsalsiz emekleri geçmişti. Yıllarca oğlunun hasretine
katlanmış, nihayet, onun zaferini gördükten kısa bir süre sonra ölmüştür.
Mustafa Kemal Paşa, milletini kurtarmak için hayatını ve bütün varlığını ortaya
koyarken annesiyle yeterince ilgilenememişti. İşte annesinin mezarını kalabalık bir
grupla ilk kez ziyaret ederken, ona göz yaşı döktüren ve en derinden gelen
duygularını söyleten, içindeki bu hisler olmuştur. Buradaki konuşmasında kısaca
annesinin çektiği sıkıntılardan bahseden Mustafa Kemal Paşa, şunları söylemiştir:
“...Valdemin ziyamdan şüphesiz pek müteessirim. Fakat bu teessürümü izale ve beni
müteselli eden bir husus var ki, o da anamız vatanı mahv ve harabiye götüren
idarenin artık bir daha avdet etmemek üzere mezar-ı ademe götürülmüş olduğunu
görmektir. Valdem bu toprağın altında, fakat Hakimiyet-i Milliye ilelebet payidar olsun.
Beni müteselli eden en büyük kuvvet budur. Evet, Hakimiyet-i Milliye ilelebet devam
edecektir. Valdemin ruhuna ve bütün ecdat ruhuna müteahhit olduğum vicdan
yeminini tekrar edeyim. Valdemin medfeni önünde ve Allah’ın huzurunda aht ve
peyman ediyorum, bu kadar kan dökerek milletin istihsal ve tespit ettiği hakimiyetin
muhafaza ve müdafaası için icab ederse valdemin yanına gitmekte asla tereddüt
etmeyeceğim. Hakimiyet-i Milliye uğrunda canımı vermek, benim için vicdan ve
namus borcu olsun.”
Mustafa Kemal’in bu nutku, Karşıyakalıların çok candan tezahüratına vesile teşkil etti
ve halk kendisini çılgın gibi alkışlayarak, “çok yaşa paşam... Sen çok yaşa..” diye
haykırıyordu.
“Faziletine ve yüksek kadınlığına inandığım anam ve kız kardeşim inkılap işlerinde
bana inanmışlar ve hizmet etmişlerdir” diyerek Zübeyde Hanım’a olan bağlılığını ifade
eden Mustafa Kemal Paşa, Annesini çok severdi. Annesinin sevdiği bir şarkıyı
duyduğu zaman gözleri yaşarırdı. Her sabah uyandığında temizliğini yapar,
giyindikten sonra ziyaret için annesine haber gönderir, izin isterdi. Zübeyde Hanım da
aynı şekilde hazırlığını yaptıktan sonra oğlunu kabul ederdi. Bu görüşmelerde
Mustafa kemal Paşa, annesinin elini öper, onun hayır duasını alırdı. Bir süre annesi
ile kalıp sohbet ederlerdi.
Zübeyde Hanım oğluna “Mustafam”, “Sarı Mustafam” diye hitap eder; çoğu zaman
bunu az bulur, “Paşam” veya “Sarı Paşam” diye hitap eder veya anardı.

Atatürk’ün yaşamının büyük bir bölümünde yanında olan Yaverlerinden Cevat Abbas
Gürer’in, “Atatürk’ün çok sevdiği ve saydığı anası ile terbiye ve zeka bakımından
vaziyetleri”ni anlattığı şu sözlerinde, bir milli kahramanı doğuran ve yetiştiren “Türk
Anası’nın “devlet terbiyesini ve “fazileti” ni ne güzel ortaya koymaktadır:
“Bayan Zübeyde, daha küçük yaşta yetim kalan oğlunun her durumuyla yakından
ilgilenirdi. Çünkü onun yetişmesinde ve yetiştikten sonra memlekete yararlı
olmasında büyük etken olmuştur. Atatürk’e tam anlamıyla hem analık, hem babalık
etmişti.
“Sevgili oğlu Mustafa’nın idamla mahkumiyetini haber aldığı zaman, son derce dinç
olmasına rağmen üzüntüsünden kahırlanan Bayan Zübeyde hastalanmış, yatağa
düşmüştü. Uzun bir müddet oğlundan doğru bilgi alamaması da hastalığın
ilerlemesine sebebiyet vermişti
“Çankaya artık Bayan Zübeyde’ye çok kıymetli ve sevgili oğlunu, bol bol görmek ve
onu koklamak fırsatını verdiğinden pek memnun ve bahtiyar bir ömür sürüyor ise de
yine ekseriye vaktini hastalık içinde geçiriyordu.
“Bayan Zübeyde’nin yaratılışını, zekasını ve çevresine karşı davranışını anlatmak için
çok uzun yazmak gerek. Yalnız ana olmak itibarıyla değil, fakat bu vakur, ciddi, taşkın
zekalı büyük Türk kadınını her gün ziyaret etmek Atatürk için bir vazife idi. Ziyaretler
haberleşmeden yapılmazdı. Çünkü, ana oğul hazırlanmadan birbirlerini görmezlerdi.
Her ikisi arasındaki münasebetin esas kuralı daima ziyaretçinin Atatürk’ün olması idi.
“Ebedi Şef sabahleyin uyanır uyanmaz eğer o gün annesini görecekse, annesinden
birisi vasıtasıyla izin alırdı. Sonra büyük bir merasimde bulunacak imişcesine Atatürk
hazırlanırdı.
“Bayan Zübeyde de, hasta yatağında dahi olsa büyük bir özenle Atatürk’ü kabule
hazırlanırdı. Saçlarını taratır, işlemeli başörtüsünü örter, Makedonyalı gelinlik kızın
zengin cihazından oyalı bürümcük gömleğinin üzerine ipekli entarisini giyerdi. Ve
İstanbulkari renkli maşlahı ile resmi kıyafetini tamamladıktan sonra oğlunu beklediği
haberini gönderirdi.
“Bayan Zübeyde, Atatürk’e ‘Mustafa’ diye hitap ederdi. Ben bu büyük ailenin arasında
emniyet, itimat ve muhabbet kazanmak mazhariyetine yıllardan beri karışmıştım.
Ekseriya her iki büyüğün görüşmelerinde beraber bulunurdum.
“Büyük, kıymetli evlat yetiştirmek bahtiyarlığı ile kıymetli büyük bir anaya sahip olmak
gururunu bir arada toplayan gözlerim; evet Türk toplumu bünyesindeki terbiyenin ve o
terbiyenin temellerinin ne kadar derin ve köklü, ne kadar nezih ve ciddi ve ne kadar
samimi olduğunun canlı örneklerini gördükçe duygulanıyor, mutlu oluyordum.
Diyebilirim ki, Bayan Zübeyde ile Atatürk bu ana-oğul birbirine aşıktılar.
“Bu ana, oğluna daha beşik çocuğu iken vatan ve millet sevgisini telkin eden
ninnilerden başlamış, onu her çağında duygularla büyütmüş, öğrenime yönlendirmiş,
ilim ve irfan aşılamıştır. Yetişen, makamını bulan kurtarıcı oğlunu o, Mustafa Kemal
yapmıştı.
“Bu ziyaretlerin her birinde Atatürk, anasının mübarek elini büyük bir saygı ile öperdi.
Sonra anasının karşısında o büyük adam küçülür, Mustafa, hatta Mustafacık olurdu.
Konuşmaları, şakaları pek içten kaynayan sevginin belirtileriydi.

“Çankaya’da bu ana-oğul görüşmelerinin birinde şahit olduğum bir durumu değeri
sınırsız olan Bayan Zübeyde’nin işlek, kıvrak zekasının bir örneği olarak sunacağım:
“Atatürk annesinin elini öptü. Bayan Zübeyde oğluna elini uzatırken coşkun sevgisinin
gözlerinde toplanan bütün ifadesiyle Atatürk’ü bağrına basmak istiyordu. Onu
kucakladıktan sonra aziz Türk milletine eşsiz bir kurtarıcı armağan veren ana olmak
itibariyle gururlanmalı idi. Fakat öyle olmadı, mutluluğunu gülen ve şirin yüzünden
okunan o büyük Türk anası kolları arasında uzaklaşan ciğerparesinin eline uzandı:
Atatürk: ‘Ne yapıyorsun anne’... dedi. Bayan Zübeyde sessiz ve kesin bir ciddiyetle:
‘Ben senin ananım, sen benim elimi öpmekle bana karşı olan vazifeni yapıyorsun;
fakat sen vatanı ve milleti kurtaran bir devlet başkanısın. Ben de bu aziz milletin bir
ferdiyim ve onun tebasıyım, elini öpebilirim.’ Cevabını verdi.
“Oğlunun elini öpmekten çok Bayan Zübeyde, hareketiyle oğlunun makamının en
büyük saygıya değer olduğunu etrafındakilere işaret ediyordu.” 54
IV. BİR KOCACIK VE BİR KONYAR’IN TARİHİ EVLİLİĞİ
Ali Rıza Efendi ile Zübeyde Hanım, 1870 veya 1871 yılında evlendiler. Evlendiğinde
13-14 yaşında bulunan Zübeyde Hanım, kızı Makbule Hanım’ın anılarındaki
anlatımıyla çok güzel bir genç kızdı: “Annemin gençliği gözümün önünde... Uzun
boylu, ince yapılı, altın saçlı, yeşil gözlü bir kadın. Çocuklar annelerini öteden beri,
dünyanın en güzel kadını olarak düşünürler. Fakat annem, gerçekten güzeldi...’ 55
Ali Rıza Efendi, 31-32 yaşında ve Evkaf İdaresi’nde memurdu. Talip olduğu
Zübeyde’den 17-18 yaş büyüktü. Kız tarafından özellikle anne Ayşe Hanım,
memuriyet dolayısı ile kızından ayrı kalacağı düşüncesiyle evliliğe başlangıçta itiraz
eder. Sonunda Mustafa Kemal’in dayısı Hüseyin Ağa aileyi ikna eder, nikah kıyılır ve
iki genç evlenirler. Böylece Türk milletine Mustafa Kemal Atatürk’ü armağan edecek
olan “tarihi evlilik” gerçekleşmiş olur.
Makbule Hanım’ın anılarında ayrıntılı bir şekilde anlattığı bu evlilik esasında, Ali Rıza
Efendi’nin rüyasında gördüğü ve beğendiği kıza benzer bir eş araması ile başlar ve
nihayet ablası Mevlevi Kapu Şeyhi’nin gelini olan Hatice Hanım’ın Zübeyde’yi
görünce kendisine sevinçle müjdelemesi üzerine gerçekleşir. 56
Evlendikten hemen sonra, Ali Rıza Efendi’nin Selanik’teki baba evine yerleşirler. İlk
evlilik yılları bu evde geçer. Önce bir kızları olur, adını “Fatma” (1871/1872-
1875)koyarlar. Bundan sonra da iki erkek çocukları olacaktır. “Ahmet” (1874-1883) ve
“Ömer” (1875-1883). Bunları “Mustafa” (1881-1938), “Makbule” (1885-1956) ve
“Naciye” (1899-1901) takip edecektir.
Bu mutlu evlilik, salgın bazı hastalıklardan dolayı ilk üç ve son çocuklarının değişik
yıllarda ölümleri ve Ali Rıza Efendi’nin çok düzenli yürümeyen iş hayatındaki
aksaklıklarla zaman zaman sıkıntılı bir şekilde yürür. Nihayet, Mustafa’nın doğumu ve
varlığı ile hayata bağlanan aile, bu defa Ali Rıza Efendi’nin vefatıyla sarsılır.
Ali Rıza Etendi öldüğünde (1893) 36 yaşında ve üç çocukla dul kalan Zübeyde
Hanım için kardeşi Hüseyin Ağa’nın yönettiği Lankaza’daki Rapla Çiftliği sığınacak bir
liman olur. Hüseyin Efendi, eniştesinin ölümü haberini alınca Selanik’e, kız kardeşi
Zübeyde’nin evine gelir. Onu çocukları ile birlikte, hayatın bu zor şartları içinde
bırakamaz ve kız kardeşi Zübeyde’ye, “Rahmetli ömürsüz adamla seni evlendiren
ben oldum. Bundan sonra size ben bakacağım, bu çocukları ben büyüteceğim”
diyerek, aileyi yanına alıp Rapla Çiftliği’ne götürür. 57

V. ZÜBEYDE HANIM'IN İKİNCİ EVLİLİĞİ
Genç yaşta üç çocuğu ile dul kalan Zübeyde Hanım, oğlu Mustafa’yı Askeri
Rüştiye’ye verdikten sonra, özellikle ekonomik yönden zor günler yaşamaya başlar.
Çocuklarla birlikte kendisine bağlanan iki mecidiyelik maaş ailenin geçimini
sağlamaktan çok uzaktır. O sıralarda, Yunanistan’a terkedilen Teselya’nın merkezi
Larisa (Yenişehir)’dan göç edenlerden Reji idaresi memurlarından Ragıp Efendi,
kendisine talip olur.
Ragıp Efendi de hanımını kaybetmiş dört çocuklu bir duldur. Zübeyde Hanım,
Kılıçoğlu Hakkı Bey’in kayınpederi Şeyh Rıfat Efendi tarafından Ragıp Efendi ile
evlendirilir. Varlıklı bir kimse olmasına rağmen, Ragıp Efendi Zübeyde Hanım’ın
evine gelerek yerleşir. Şüphesiz, evin en büyük erkek evladı olarak Mustafa bu evliliği
onaylamaz ve evi terk-ederek, Horhor Mahallesi’nde oturan öz halası Emine
Hanım’ın evine yerleşir. Manastır İdadisi’ne gidinceye kadar da eve nadiren uğrar.
Ragıp Bey esasında çok kibar ve iyi kalpli bir insandır. Mustafa Kemal, yıllar sonra
Afetinan’a üvey babası ile ilgili olarak şunları söyleyecektir: “...Fakat sonradan o asil
beyle dost oldum. Bana iyi bir eğitici oldu. Anamın da genç yaşında böyle bir aile
bağı yapmış olmasını takdir ettim. Ancak çocukluk duygum benim babamı kaybetmiş
olmama karşı bir isyandan ibaretti”. Mustafa Kemal Ali Fuat Cebesoy’a da Ragıp
Efendi ile ilgili olarak, “Bana karşı çok saygılı davranmış, büyük adam muamelesi
etmiştir. Nazik ve kibar insandı” demiştir. Ragıp Efendi, kaynaklara göre Birinci
Dünya Savaşı’ndan sonra Selanik’te vefat etmiş; bazı kaynaklara göre de Çanakkale
Şavaşları’nda şehit düşmüştür. Fakat, yukarıda da değinildiği gibi, Zübeyde Hanım ve
Makbule’nin Balkan Savaşları’ndan sonra İstanbul’a göç ettiğini biliyoruz. Ragıp
Bey’in onlarla İstanbul’a geldiğine dair bir bilgi bulunmamaktadır. Bu nedenle Ragıp
Bey muhtemelen Balkan Savaşları sırasında veyahut sonrasında vefat etmiş
olmalıdır.
Ragıp Bey’in bir oğlu Süreyya Bey (Toyran), diğeri şimendifer memuru Hakkı Bey’dir.
Kızlarının birisinin adı Rukiye’dir. Fuat Bulca akrabalarıdır. 1913 yılında 16 yaşında
iken tanıdığı ve “Ağabey” diye hitap ettiği M. Kemal’e sonradan delice aşık olan ve bu
yüzden de intihar eden Fikriye Hanım da, Ragıp Bey’in kardeşi Miralay Hüsamettin
Bey’in üç çocuğundan birisi idi. Yani Fikriye, Ragıp Bey’in yeğeni idi. Hüsamettin
Bey’in diğer çocuklarının adları da Enver ve Jülide idi.” 58

1 T. Gökbilgin, “Rumeli’nin İskanında ve Türkleşmesinde Yürükler”, III. Türk Tarih
Kongresi (Ankara 15-20 Kasım 1943) Tebliğleri, Ank.. 1948. s. 649.
2 T. Gökbilgin. Rumeli’de Yürükler Tatarlar ve Evlad-ı Fatihan. İst.. 1975, s. 6.
3 M. Eröz, Yörükler. İst., 1991., s. 20-23.
4 Y. Halaçoğlu, XVIII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun İskan Siyaseti ve
Aşiretlerin Yerleştirilmesi, Ank.. 1988, s. 2-3.”
5 Bununla ilgili olarak bakınız: Ö. Turan, “Makedonya’da Türk Varlığı ve Kültürü”,
Bilig D., Sayı: 3 (Güz 1996), s. 21 vd.
6 Bu konuda bakınız: Ö. L. Barkan, Kolonizatör Türk Dervişleri, İst., tarihsiz, I -72 s.

7 Y. Halaçoğlu, a., g., e., s. 3.
8 Y. Halaçoğlu, a., g., e., s. 4. Osmanlı “tehcir ve iskan” siyaseti ve metodları
konusunda artık klasikleşmiş olan şu eserlere bakılabilir: Ö. L. Barkan, “Osmanlı
İmparatorluğunda Bir İskan ve Ko-lonizasyon Metodu Olarak Vakıflar ve Temlikler”,
Vakıflar D., Sayı: 2 (Ankara 1942), s. 284-353. Ö. L. Barkan, “Osmanlı
İmparatorluğu’nda Bir İskan ve Kolonizasyon Metodu Olarak Sürgünler”, iktisat
Fakültesi Mecmuası, C: XI. (1951), s. 525-569. C: XIII. (1953), s. 56-78. C: XV.
(1955). s. 209-237. C. Orhonlu, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Aşiretlerin İskanı”, Türk
Kültürü Araştırmaları D., C: XV., sayı: 1-2 (Ankara 1976). C. Orhonlu, Osmanlı
İmparatorluğu’nda Aşiretlerin İskan Teşebbüsü (1691-1696), İst., 1963. 1-120 s. C.
Orhonlu, Osmanlı İmparatorluğu’nda Derbend Teşkilatı. İst., 1967, 1 -175 s.T.
Gökbilim, Rumeli’de Yürükler, Tatarlar ve Evlad-ı Fatihan. İst., 1957, 1-342 s.
9 T. Gökbilgin, Rumeli’de Yürükler, Tatarlar ve Evlad-ı Fatihan, s. 9. 20, 254.
10 T. Gökbilgin, Rumeli’de Yürükler, Tatarlar ve Evlad-ı Fatihan, s. 27 vd. T.
Gökbilgin. “Rumeli’nin İskanında ve Türkleşmesinde Yürükler”, s. 654.
11 H. ŞekercioĞlu, “Atatürk’ün Soy ve Sülalesi Hakkında Anadolu’da Yaptığım
Araştırmalar”. Türk Kültürü D., C: XIII., Sayı: 145 (Kasım 1974), s. 7.
12 H. Şekercioğlu, a. g. m., s. 7.
13 F. Sümer. Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri-Boy Teşkilatı-Destanları, Ank.. 1967, s.
60 vd.
14 H. Şekercioğlu. a. g. m., s. 8-9.1. Miroğlu, XVI. Yüzyılda Bayburt Sanacağı. İst.,
1975, s. 19.
15 F. Sümer, a.g.e., s. 174-180.
16 Bu konuda bakınız: M. Eröz. Milli Kültürümüz ve Meselelerimiz, İst., 1983, s. 177.
17 İ. Miroğlu, a.g.e., s. 54, 80, 105.
18 Maalesef bu tarihi ve etnolojik özellikler taşıyan isimlerin bir kısmı bilinçsizce de
ğiştirilmiştir. Bununla ilgili olarak bakınız: Milliyet, 28 Haziran 1984 (Orhan Duru’nun
yazısı).
19 Bu defterlerden 1543 Tarihli Kocacık Yörükleri Defteri, Başbakanlık Osmanlı
Arşivi, Tapu Defterleri. Eski No: 82 (55 Varak, Ebadı: Dışla 13x39, içte I2x38)’de
kayıtlıdır. Bu defterin tamamı yeni harflerle Prof. Dr. M. Tayyib Gökbilgin tarafından
yayınlanmış bulunmaktadır: Rumeli’de Yürükler, Tatarlar ve Evlad-ı Fatihan, s. 173-
243. 1584 Tarihli Kocacık Yörükleri Defteri. Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Tapu
Defterleri, No: 614, Eski No: 197 (84 Varak, Ebadı: 17/46.5)’de kayıtlı olup; bu
defterin başındaki “Kocacık Yörükleri Kanunnamesi” (eski yazı olarak) ve “Kocacık
Yörükleri Ve Onlara İlhak Edilen Tanrıdağı Yürükleri Defteri Fihristi ve Arapça Başlık”
(eski ve yeni yazı olarak) M. Tayyib Gökbilgin, tarafından yayınlanmıştır: a.g.e., s.
244-248
20 M. T. Gökbilgin, a.g.c. s. 90 vd.
21 T. Gökbilgin. a.g.c, s. 74-78.

22 T. Gökbilgin, a.g.e.. s. 78-81.
23 T. Gökbilgin, a.g.e., s. 257-272. Defterin yeri: Başbakanlık Osmanlı Arşivi,
Mevkufat Defteri. No: 2737.
24 E. B. Şapolyo. Kemal Atatürk ve Milli Mücadele Tarihi. 3. Baskı, İst., 1958. 25 E.
B. Şapolyo, a.g.e., s. 21.
26 Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, Sel Yayınları, İst., 1955, s. 7.
27 E. B. Şapolyo, a.g.e., s. 22.
28 Ö. Turan, -Makedonya’da Türk Varlısı ve Kültürü”. Bilig D.. Sayı:3 (Güz I996),s.
21-32.
29 J. İvanof. Le Question Mac Edonienne, Paris, 1920. s. 148-151. Nakleden: Ö. S.
Coşar. a.g.e, C:I.. s. 15.
30 A. Araslı, “Ata’nın Soy Kütüğü”. Milliyet, 10 Kasım 1993, s. 9. Burada Atatürk’ün
dedesinin evinin fotoğrafı da bulunmaktadır.
31 B. Göksel, a.g.e., s.29-30. Bu eserde Atatürk’ün baba tarafından soy ağacı ile
ailenin devanı eden üyeleri ve aile ile Mustafa Kemal Atatürk’ün ilişkilerini gösteren
belgeler bulunmaktadır.
32 1. Sungu, “Atatürk’ün Babası Ali Rıza Efendi ve Mensup Olduğu Asakir-i Milliye
Taburu”, Belleten D.. C: İÎI., sayı: 10 (Nisan 1939), s. 239.
33 E. B. Şapolyo, a.g.e., s. 17. Ö. S. Coşar, a.g.e.. C:l., s. 13. Çayağzı’ndaki
asayişsizlik ve Ali Rıza Efendi’nin çetelerle yaptığı mücadele. Makbule Hanım’ın
anılarında ayrıntıları ile anlatılmaktadır. Bakınız: M. Atadan. “Büyük Kardeşim
Atatürk”. Yeni İstanbul Gazetesi. 21 Kasım 1952 (tefrika no: 21 )vd
34 İ. Sungu, a.g.m. Ö. S. Coşar, a.g.e., C:l., s. 12. C. Sönmez, Atatürk’ün Annesi
Zübeyde Hanım, Ank., 1998, s. 9 vd.
35 E. B. Şapolyo, a.g.e., s. 30.
36 E. B. Şapolyo, a.g.c, s. 31.
37 E. B. Şapolyo, a.g.e., s. 31.
38 E. B. Şapolyo, a.g.e., s. 31.
39 A. E. Yalman, “Büyük Millet Meclisi Reisi Müşir Gazi Mustafa Kemal Paşa
Hazretleri’nin Tarihçe-i Hayatı”, Vakit Gazetesi. 10 Ocak 1922.
40 M. Atadan, “Büyük Kardeşim Atatürk”, Yeni İstanbul Gazetesi. 12 Ocak 1953
(Tefrika No: 72) vd.
41 Ö. S. Coşar, a.g.c. C:L s. 1 10.
42 F. R. Unat, “Atatürk’ün Öğrenim Hayatı ve Yetiştiği Devrin Milli Eğitini Sistemi”.
Türk Tarih Kurumu Atatürk Konferansları I.. Ank.. 1964. s.82 ve not: 10.

43 Bunların eserleri ve görüşleri için bakınız:T.Gökbilgin, a. g. e., s. 9-11.
44 T. Gökbilgin, a.g.e.. s. 12.
45 T. Gökbilgin, a. g. c, s. 13.
46 B. Göksel. Atatürk’ün Soy Kütüğü Üzerine Bir Çalışma, Ank., 1988, s. 6.
47 Başbakanlık Osmanlı Arşivi. Mevkufat Defteri, No: 2737.
48 T. Gökbilgin, a.g.e., s. 265.
49 T. Gökbilgin. a.g.e., s. 264.
50 T. Gökbilgin. a.g.e., s. 257-272.
51 M. Atadan. “Büyük Kardeşim Atatürk”. Yeni İstanbul Gazetesi, I Kasım 1952-22
Mart 1953.
52 E. B. Şapolyo. a.g.e., s. 22-23.
53 L. Kinross, a.g.e., s. 11.
54 Zübeyde Hanını ile ilgili ciddi bir biyografi hazırlanmış bulunmaktadır. Burada
verdiğimiz bilgilerin büyük kısmı bu eserden alınmıştır: C. Sönmez, Atatürk’ün Annesi
Zübeyde Hanım, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Genişletilmiş 2. Baskı, Ank.,
1998, 1-136.
55 M. Atadan. “Büyük Kardeşim Atatürk”, Yeni İstanbul Gazetesi. 12 Kasım 1952.
56 M. Atadan, a.g.m., 13 Kasım 1952 vd.
57 M. Erenli, a.g.e.. s. 2.
58 Zübeyde Hanımın bu evliliği ile ilgili olarak bakınız: S. Yeşilyurt. Zübeyde Hanımın
İkinci Evliliği ve Kemalizm, Arık.. 1996, s. 23 vd. C. Sönmez, a. g. c, s. 41-42. Ö. S.
Coşar. a. g. c. C:I., s. 172-173. E. B. Şapolyo, a. g. c, s. 41. A. F. Cebesoy. Sınıf
Arkadaşım Atatürk Okul ve Genç Subaylık Anıları, İnkılap Kitabeyi, İstanbul. Tarihsiz,

Yorumlar

karaip korsanları

Karaçay - Çerkesya